Gökyüzü aşığı bir müzisyen: İnal Bilsel

Nisan ayında yeşeren doğa ile birlikte müziğin de ritminin değiştiğini düşünmekteyim. Çünkü tam da böyle bir zamanda tanıdım İnal Bilsel’i. Kıbrıs doğumlu, çok yönlü bir sanatçı olsa da müziği ile öne çıkıyor.

inal_birsel_roportaj_meliha_akay

Röportaj: Meliha Akay

OnceUpon a CloudtopMeadow albümünü bir edebiyatçı olarak kitap okur gibi dinledim. Çünkü hem görsellerinde hem müziğinde kendisinin mitolojik, masalsı, çocuksu düşler içinde bir yolculuk yaptığını görebiliyorsunuz. Kendine özgü ve özgün müziğinde yirmi yılı aşkın bir süredir üretmekte. Gelin birlikte tanıyalım bu sanatçımızı…

Sayın İnal Bilsel, çok yönlü bir sanatçı olduğunuzu biliyorum ama öne çıkan besteciliğiniz ve müzisyenliğiniz olduğu için müzikle başlamak isterim. Bu tutkunuz, piyano ve müzik aşkınız ne zaman sizi dürtmeye başladı? Genelde hep çocuk yaşlarda başladı denir ya…

Müzik bir şekilde hayatımda hep oldu, ancak benim için ne ifade ettiğini kavramam biraz zaman aldı. Evimizde müzik eksik olmazdı; annem bir yandan şarkılar söylerken diğer yandan gitar öğrenmeye çalışırdı, babam ise klasik müzik dinlerdi. Bu seslerin içinde büyümek, müziği hayatın doğal bir parçası olarak içselleştirmeme neden olduğunu düşünüyorum.Küçük yaşlarda annem beni klavye derslerine göndermeye çalışmıştı ama pek ilgimi çekmemişti. Daha ileriki yıllarda eve piyano girdiğinde de bu pek farklı olmamıştı.

Müziğe gerçekten bağlanmam ortaokul ve lise yıllarına denk gelir. Bir rock konserinden sonra anneme dönüp, “Ben gitar çalmayı öğrenmek istiyorum” dediğimi hatırlıyorum. Ailem beni her zaman destekledi. Kısa sürede bana bir elektro gitar alındı ve derslere başladım. Ardından okul orkestrasına katıldım, sahneye çıktım, müziğin kolektif heyecanını yaşamaya başladım.

Bu dönemde bir grup arkadaşımla okul orkestrasındaki çalışmalarımıza paralel kendi kurduğumuz müzik grubunda da çalmaya başladık. Eklektik bir müzik zevkimiz vardı doğrusu; yaşımıza göre oldukça “erken” sayılabilecek türlerle ilgileniyorduk. Jazz öğrenmeye çalışıyor, sevdiğimiz film ve bilgisayar oyunlarının müziklerini enstrümantal olarak çalmaya çalışıyorduk. Bu süreçte müzik öğretmenimizin bizi yönlendirmesi çok belirleyici oldu.

Kendi parçalarımı bestelemeye başlamam da bu döneme denk gelir. Konserlere hazırlanırken beste yapmanın bana ne kadar derin bir tatmin sağladığını keşfettim ve bu benim için bir dönüm noktası oldu. O andan itibaren ne yapmak istediğime emindim: Müzik okumalıydım, hatta bestecilik.

Yakın bir geçmişte Kıbrıs’ın kuzeyinde ilk kez bir üniversitede müzik bölümü kurulmuştu ve ben de bu bölüme kaydolma fırsatını yakaladım. Eğitim kadrosu Kıbrıslı ve Türkiyeli eğitmenlerin yanı sıra, Amerika, Kanada ve İngiltere gibi ülkelerden gelen yabancı akademisyenlerden oluşuyordu. İngilizce yürütülen bu program sayesinde, hem yurtdışında eğitimime devam etme yolunda güçlü bir temel edinmiş oldum, hem de farklı kültürlerin ve köklü müzik geleneklerinin adeta kapımıza, Kıbrıs’a kadar gelerek bize bu coğrafyaya rağmen ulaşabildiği çok özel bir eğitim dönemi yaşadım.

İtiraf etmeliyim ki müziğinizden önce, kapak görseliniz yolumu kesti! Dergide öylece kalakaldım. Çünkü bir öykü saklıydı o görselde. Sonra sayfanızı ve diğer çalışmalarınızı inceledim. Tek cümle ile özetlemek gerekirse; Masallar, mitoloji ve düşler arasında kurulu bir yörüngede yaşıyorsunuz ve müziğinizi oradan duyuruyorsunuz bizlere… Ne dersiniz?

Ne güzel ifade etmişsiniz… Müzik benim için sadece işitsel bir alan değil; görsellikle, anlatıyla ve bellekteki imgelerle sürekli iç içe geçen bir ifade biçimi. Bu yüzden albüm kapağı da müziğin önüne geçmeden ama onunla aynı atmosferi soluyacak şekilde kurgulandı.

Çocukluk anıları, eski televizyon görüntüleri, çizgi filmlerde duyduğum ama tam hatırlayamadığım melodiler… Bunlar müziğime yön veren temel unsurlar. Özellikle de son albümüm Once Upon a Cloudtop Meadow’da bu referanslar belirgin biçimde yer buldu. Peri Masalları ve mitoloji çocukluğun dünyayı anlamlandırmak için başvurduğu ilk dillerden biri belki de. Ben bu dili kaybetmemeye çalışıyorum. Bu nedenle yaptığım işler sezgiyle, çağrışımlarla ve anılarla ilerliyor.

Kimilerine göre bu biraz hayalperest bir bakış açısı… Sanki dünyanın yörüngesinde gezinen, aktif katılımı reddeden bir gözlemci gibi. Ama bu bir kaçış değil, başka bir bakış geliştirme çabası. Carl Sagan’ın o meşhur “Soluk Mavi Nokta” ifadesi gibi…Hani 70li yılların sonunda fırlatılan Voyager 1 uzay aracının Carl Sagan’ın ısrarı üzerine milyarlarca kilometre öteden dünyayı fotoğrafladığı o eşsiz fotograf…  Bazen uzaktan bakmak, olup biteni daha net görmeği sağlıyor.Müziğim de işte o bakış açısının bir yansıması.

Yine az önceki soruya ek olarak, kaçıncı boyutta hissediyorsunuz kendinizi? Ley kapılarından ya da yıldız geçitlerinden geçip evrensel yolculuk yaptığınızı düşündürüyor müziğiniz ve görselleriniz!

Doğrusu, “Ley kapıları” nedir tam olarak bilmiyorum, ama müziğimin bu tür çağrışımlar yaratmasına sevindim. Çünkü dinleyicinin hayal gücünde bu tür imgeler filizleniyorsa, demek ki aramızda görünmeyen bir bağ kurulmuş.

Ben aslında oldukça rasyonel biri olduğumu düşünüyorum – en azından çoğunlukla. Bilime tutunarak ilerlemeyi seviyorum.Üretim sürecinde ne kadar süre geçtiğini fark etmiyorsunuz; dış dünya geri planda kalıyor. Bu hali yaşayan herkes, ister müzisyen olsun ister başka bir yaratıcı disiplinde olsun, ne demek istediğimi anlayacaktır.Yani müziğim yıldız geçitlerinden geçmiyor belki ama, zamanın ve mekanın biraz silikleştiği bir yerden sızıyor olabilir.

Kategori dışı bir müziğiniz var evet; peki son yıllarda müzik türlerine baktığımda hit olmuş kişiler sadece single çıkarmıyor artık. Bir konsept belirliyor ve de buna sadık kalıyor. İlkin sanatın hangi disiplinleri sizin altı duyunuza çarpar? İkincisi, konsept belirler misiniz? Evrenin sonsuz boşluğunda geziniyor ve gezindiriyorsunuz ya dinleyicilerinizi, bu ruh haliyle de konsept gereksinim duymuşluğunuz var mı?

Sanırım benim için her şeyden önce gelen şey anlam. Ne yaparsam yapayım, bir anlam arayışıyla başlıyorum — bu bazen çok açık bir kavram oluyor, bazense sezgisel bir şekilde başlayıp proje ilerledikçe şekilleniyor. Konsept belirlerim, kendime sorduğum bir dizi soruyla şekillenen bir çerçeve. Belirsizliğe yön vermek için bir tür pusula. Buna bir örnek verecek olursam, ikinci albüm Paradise Lost şu soru ile başlamıştı – bizi küçüklüğümüze götüren bir cihaz olsa, fiziken geçmişe gitmek yerine belirli anları tekrar deneyimleyebilsek, bu nasıl bir his olurdu acaba? Buradan başlayarak inanılmaz detaylı distopik bir bilim-kurgu dünyası doğdu; hayali şirketler, mekanlar ve hatta hayali ürünlerle bezenmiş bir dünya. Yani bazen ben de şaşırmıyorum değil, bir albüm mü yapıyorum yoksa hayali dünyalar mı kurguluyorum?!

Once Upon a Cloudtop Meadow, üçüncü albümde yine aynı şekilde sadece müzikal değil, aynı zamanda görsel ve anlatısal. Kızımla kurduğum hayal dünyasından beslenen bir albümdü bu. O yüzden evet, konsept benim için önemli. Çünkü müziği görsel sanatla, dil ve hikaye ile, ve hatta mekanla birlikte düşünmeyi seviyorum.

Görsel sanatlar, özellikle resim ve grafik tasarım, bana her zaman çok ilham vermiştir. Sinema ise bir bütün olarak beni etkileyen bir alan: müzik, görüntü, kurgu, ses tasarımı… Ayrıca edebiyat… Özellikle kısa öyküler, bazen bir albümden daha fazla iz bırakabiliyor bende.

İlk dinlediğimde belleğimde derin izler bırakan Shine filmini, piyanistin (David Helfgott) biyografisini anlatan filmi ve de Rahmaninov’un 3 numaralı konçertosunu anımsadım. Biz yazın dilinde katarsis diyor olsak da yürek kamaşması yaşadığınız anlar olduğunda nasıl başa çıkıyorsunuz kendinizle?

Bu çok güçlü bir soru… Ve açıkçası, bunu tarif etmek kolay değil. Duygularımı çok fazla didikleyen biri değilim. “Neden böyle hissediyorum?”, “Bu duygu normal mi?”, “Şimdi bununla ne yapacağım?” gibi sorular bende pek yoktur. O duygular gelir ve geçer. Belki de müzik, hayatımda var olan ve bu duyguları dengeleme imkânı sunan en güçlü varlık.

Katarsis ya da “yürek kamaşması” dediğimiz o yoğun duygusal anlar… Ne yazık ki çok sık yaşadığım şeyler değil. Oysa beni müziğe çeken en derin hislerden biri tam da buydu. Bir bestenin nasıl ilerleyeceğini günlerce bilememek, sonra en beklenmedik anda — saçma sapan bir ortamda — onun nasıl devam edeceğini birdenbire çok net bir şekilde görmek… Veya yıllarca üzerinde çalıştığın bir eserin, bir orkestra tarafından seslendirildiğinde kâğıt üzerindeki notaların gerçekten “canlandığına” tanık olmak… İşte bu tür anlar çok özel. Ama zamanla, ne yazık ki, daha seyrek yaşanıyor.

Üniversite birinci sınıf öğrencilerime hep şunu söylerim: “Müziğin büyüsünü kaybetmeye hazır mısınız?” Çünkü müzik eğitimi ilerledikçe teorik bir bilgi birikimi oluşur, ve bu da kulakta büyülü gelen o sesleri zamanla kanıksamanıza neden olur. Onları artık formüllerle, yapılarla açıklamaya başlarsınız. Neyse ki şimdiye kadar “Ben hazır değilim, bölümümü değiştirmek istiyorum” diyen olmadı! Sanırım olamaz da… Çünkü müziğin büyüsüne kapılmak tam da böyle bir şey. Bazen uzaklaştığınızı sansanız bile, sizi her seferinde tekrar içine çekiyor.

Size ödül kazandıran ‘Nilay’s Dream’ eserinizin hikâyesini bize de anlatır mısınız? Yüksek lisans ve doktora yapmak için Londra’da bulunduğunuz dönemde ortaya çıktığını biliyoruz sadece…

O dönem hayatımın en yoğun, en dönüştürücü evrelerinden biriydi. Londra’ya yüksek lisans yapmak için gitmiştim, Royal Holloway Üniversitesi’nde kompozisyon dalında master yapıyordum. O güne kadar daha çok kendi çevremde üretmiş, Kıbrıs’ta şekillenmiş bir müzik algım vardı. Londra’ya gelmek, hem müzikal anlamda hem de kişisel olarak beni kendi konfor alanımın dışına çıkardı. Nilay’s Dream, o dönüşümün tam ortasında ortaya çıktı.

Yüksek lisans bitirme projemlerim arasında olan bu eser yurt odamın masasında duruyordu ve internette gezinirken karşıma bir kompozisyon yarışması çıktı. Açıkçası büyük bir beklentim yoktu, ama ne kaybedebilirim ki diyerek başvurumu yaptım. Birkaç ay sonra kazandığımı öğrendim. Ödül, parçanın Londra Senfoni Orkestrası tarafından Abbey Road Stüdyoları’nda kaydedilmesiydi…

Dünyaca ünlü olan bu stüdyo kayıtlı müzik tarihine adını altın harflerle yazdırmış, öncü kayıt teknolojileriyle tanınan ve The Beatles ile Pink Floyd gibi isimlerin efsanevi kayıtlarına tanıklık etmiş bir mekandır. 2007 yılının güzel bir ilkbahar sabahında Abbey Road’a giden otobüsü yakalamaya koyulduğumda, Kıbrıs’tan Londra’ya henüz taşınmış biri olarak, aslında ne denli büyük bir kültürel mirasa doğru yol aldığımın çok da farkında değildim.

Oysa yalnızca yedi yıl önce, nota okumayı bile doğru dürüst bilmezken, piyanoyu kendi kendime öğrenmeye çalışıyor ve çoğu zaman zorlanıyordum. Ve şimdi, Abbey Road Studios’ta ilk orkestra eserimin Londra Senfoni Orkestrası tarafından seslendirileceği bir kayıt seansına gidiyordum. Böylesine büyük bir kariyer sıçraması kendi ağırlığını taşıyamayacağını henüz bilmiyordum…

Orkestral müziğin katmanlarında dolaştırıyorsunuz dinleyicinizi. Bir öykü ya da bir masal anlatıyorsunuz bizlere aynı zamanda. Görselliğe de göz atacak olursak; var olan bir  bütünü sunmak yerine neden parçalardan bütünlük oluşturma yolunu seçtiniz? Müziğinizde de var bu…Farklı ses dokularını bestenize katmaktan çekinmiyorsunuz…

Evet, işlerimin çoğu başlangıçta parçalı ilerler. Elimde dağınık fikirler olur ve ne anlattıklarını veya ne anlatmak istediğimi ben de tam olarak bilmem. Belli bir noktaya kadar onların üzerinde sezgisel biçimde uğraşır, tabiri caizse hamuru yoğururum. Ama bir eşik var: O projede birdenbire bir kavrayış oluşur, bir “bütün” hissi belirmeye başlar. O andan sonra süreç tersine döner; tüme vararak değil tümden gelipbüyük resmi daha net görerek ve bütüne sadık kalarak çalışırım. Eğer bu eşiğe ulaşamazsam… proje orada kalır. Zamanın -veya sabit diskimin- derinliklerine belki yıllar sonra tekrar karşıma çıkana kadarkaybolur.

Bu yüzden her işin ortaya çıkışı hem sezgisel hem de yapısal bir dengeye bağlı. Parçaları birleştirerek ilerlerim ama bir noktada tüm yapıyı aynı anda zihnimde taşımaya başlarım. O zamana kadar hala bir şeyleri keşfediyorumdur; ondan sonra ise netleşmiş bir anlatının peşinden giderim.

Farklı ses dokularını veya türleri bir araya getirmekten hiç çekinmem. Amacım dinleyiciye rahat bir alan sunmak değil; bir anlatı sunmak. Ve anlatılar tekdüze değildir. İnişli çıkışlıdır, çelişkilerle örülüdür. Bazen nazik, bazen rahatsız edicidir. Bu çeşitlilik benim müziğimin temelinde var. Belki de bu yüzden dinleyiyi şaşırtabiliyor, çünkü derininde bir tekinsizlik saklı.Müziğim geleneğe ve içselleştirdiğimiz müzikal yapılarla, yani tanıdık olanla flörtleşse bile,bir o kadar da sıradışı ve yabancı duyulabiliyor.

Günümüzün streaming alışkanlıkları, müziği arka planda kalacak bir ‘dekor’ gibi konumlandırıyor. Fon müziği… dikkati kendine çekmeyen, aynı duyguda sabit kalan sesler ön planda. Benim işimse genellikle bunun tam tersi yönde ilerliyor. Duygusal olarak tek bir modda kalmak yerine, zamanla şekillenen, dönüşen, bazen izini kaybettiren ama sonunda bir yere varan anlatılar kurmaya çalışıyorum.

Ek bir soru; müzik tarihine baktığımızda hangi döneme yakın buluyorsunuz kendinizi? Ya da hiçbirine mi? Bir de, bestelerinizde derinlerde bir yerlerde yaşlı bilge arketipi yatıyor sanki?

Bir seçim yapmam gerekseydi, herhalde 20. yüzyılın başında, Paris’te olmak isterdim. Debussy ve Ravel’le aynı şehirde nefes almak, onların ilk orkestrasyonlarını dinlemek, belki sokakta yanlarından geçmek… Empresyonizm sadece resimde değil, müzikte de bana çok yakın;seslerin net çizgilerle değil, flu geçişlerle, bulanık ses hüzmeleriye birbirine aktığı o dünya bana çok hitap ediyor.

Debussy’nin armonik cesareti ve o kırılgan, narin orkestral dokuları… Ravel ise çok daha titiz, yapıya daha sadık ama yakaladığı tınılar o kadar zarif ve rafine ki… İkisini de çok farklı nedenlerle takdir ediyorum. Biri sezgiyi, diğeri ölçüyü temsil ediyor gibi — ve bu ikilik aslında benim kendi yaratım sürecimde de hep var.

Ama bir de o dönemin Paris’inde bulunan Stravinsky var! O çılgın Rus’u da tanımak isterdim doğrusu, özellikle 20. Yüzyıl başındaki döneminde. Onun o köşeli, cüretkar ve asi müzikal dili, benim müziğime inanılmaz şekil vermiştir. O dönemde bu üç ismin aynı atmosferi paylaşmış olması başlı başına büyüleyici zaten.

Yaşlı bilge arketipine gelince… Bilmiyorum, belki kendimden daha büyük bir şeyle bağlantıya geçme arzusu olabilir bu, ama bir diğer Rus besteci Scriabin -ki son dönem işlerine bayılırım- gibi metafizik penceresinden bakan birbakış değil. Belki de bu daha önce bahsettiğim gibi yaptığım işlerde bir ‘anlam’ arayışı ve bu arayışın dinleyiciye yansıması olabilir.

Bir yazar olarak sizi simyacı olarak görüyorum! Yani müziğinizi dinlerken. Oluşturduğunuz atmosfer bana ipek böceğinin tohumdan kelebeğe dönüşümüne kadarki yolculuğunu hatırlatıyor. Yani ipeğiyle kozasını örmek için yaşadığı dünyadan vazgeçen tırtıl, kozasına giriyor ve kelebeğe dönüşüyor!..

Simyacı benzetmesi beni gülümsetti. Bu yorumu müziğim ile ilgili ilk kez duydum sanırım. Aslına bakarsanız ben hep daha çok arşivci gibi hissederim kendimi. Bazen bir ses, bazen eski bir televizyon görüntüsü, eski bir reklam jingle’ı veya belgesel jeneriğinin 90’lardan çok spesifik ucuz bir orgda çalınarak kaydedilmiş sesi… Hepsi küçük parçalar halinde zihnimde birikir, ve bu parçaları bir araya getirmek gerçekten de bahsettiğiniz gibi bir simyacının işine benzetilebilir, yani deneme ve yanılma, hatta çoğu zaman yanılma da diyebiliriz!

Tırtıl benzetmesi ise bambaşka bir yerden yakaladı beni. Yakın bir geçmişte bu son albümüm hakkında ‘ince örülmüş ipek’ şeklinde bir yorum almıştım, ve sizin de böyle bir benzetme yapmış olmanız bir tür evrensel duyguyu yakalamiş olabileceğime dair beni düşündürdü.

Üretim süreci gerçekten de ipek böceğini andıran bir tür içe çekilme, kapanma hali. Özellikle albüm projelerinde… Başlangıçta dış dünya ile çok temas halindeyim; ses topluyorum, kısa kısa fikirleri bir araya getiriyor ve biriktiriyorum… Ama sonra bir noktada içeriye dönme zamanı geliyor. Dış dünyayı bir süreliğine sessize alıp, kozanın içine çekilmek gerekiyor. O süreç bazen aylar, bazen yıllar sürebiliyor. Ve bir noktada, artık ne çıkacaksa onun çıkmasına izin vermek gerekiyor.

Bir tür metamorfoz, her proje beni de biraz dönüştürüyor. Albüm bittiğinde artık aynı kişi olmuyorum. Ve bu dönüşüm, sanırım sanat üretmenin en doğal ve güzel ödülü.

Son bir soru; hangi albüm var sırada demeden önce… Besteci olmasaydınız ne olmak isterdiniz? İçinizdeki çocuk hiç büyümesin, diyeceğim çünkü elindeki kandiliyle bir patika açıp sizi  buralara o taşıdı diye düşünüyorum.

Benzetmenizi çok sevdim. Belki de hala üretmeye devam etmemin asıl nedeni elindeki kandille ilerleyen o çocuk — durmadan yeni yollar açmak isteyen, meraklı, sabırsız ama sezgilerine güvenen o çocuk.

Bir sonraki proje konusunda net bir cevabım yok. Öncelikle, şimdiye kadar bestelediğim kısa film ve tiyatro müziklerini tek bir albümde toplamayı düşünüyorum. Bu biraz arşivlik bir iş olacak, ve itiraf etmeliyim ki eski dosyaları karıştırmak bazen oldukça sıkıcı geliyor.

Bunun yanında, yıllardır yarım kalmış albüm fikirlerim var. Birçoğu belli bir noktaya kadar geldi ama sonra o “bütün” hissi oluşmadığı için bir kenara bırakıldı. Şimdi tekrar dönüp onlara bakmak, içlerinden biri bana tekrar seslenirse onunla devam etmek istiyorum. Hangisi ilham verirse…

Besteci olmasaydım… muhtemelen bir yazar ya da yönetmen olurdum. Belki her ikisi birden. Zaten bir anlamda yaptığım işte bunların izleri var. Hangi mecrada olursa olsun, bir hikaye anlatma ihtiyacı beni hep yönlendirirdi.

Exit mobile version