Bazı rüyalar, uyanınca biter sanırsın ama bitmez. Zihnine yapışır, gün boyu peşini bırakmaz. Peki, aynı rüya hem karanlık hem de aydınlık olabilir mi? Gördüğümüz şeyin anlamı bakış açımıza mı bağlıdır? Bir rüya, aynı anda hem bir kayboluş hem de bir uyanış olabilir mi?
Rüyamda bir otobüsteydim. Yanımda eşim, oğlum. Camın dışında akıp giden manzaralar silik. “Çorba içelim,” dediler birden. İndiler. Ben oyalandım. Kapılar kapandı. Bağırdım. Sesim cama çarptı, geri döndü. Yumrukladım. Şoför dönüp bakmadı bile. Otobüs kalktı.“Geri dönmek istiyorum,” dedim. “Yolu bulamazsın,” dedi şoför. “Dönüşte seni bırakırım.” Dinlemedim, indim. Ama yol, ben yürüdükçe uzamaya başladı. Sordum. Tarifler çelişkiliydi. Biri sağa, biri sola dedi. Öbürü; dümdüz git, dedi. Daha çok yürüdüm, daha çok kayboldum.
Sonra bir adam çıktı karşıma.“Caminin içinden geç,” dedi. “Öbür kapıdan çıktığında onları bulacaksın.”Girdim. Ama bu, bir cami değil, adeta bir labirentti. Koridorlar aniden kıvrılıveriyordu. Bir çıkış, bir yön bulmaya çalışırken, biriyle göz göze geldim. Adam bana değil, elimdeki poşete baktı.“Telefonun mu var içinde?” Biraz daha yaklaştı. Sesinde bir şey değişti. “Peki ne var?” Bilmiyorum neden, ama ağzımdan şu çıktı: “Çorba var.” Adam gülümsedi. “Onu bana ver, senin için saklarım.”Geri çekildim. O da bir adım attı. Uzaklaşmaya çalıştım. Sonunda camiden çıkmayı başardım. Ama dışarısı farklıydı. Burası bizimkilerin indikleri yer değildi. Hatta hiçbir yere benzemiyordu. Daha önce buraya hiç gelmemiştim.
Gelelim rüyanın tabirine… Kontrol elimden kayıyordu. Ne kadar çabalasam da yollar uzuyor, mesafe kapanmıyordu. Sesimi duyuramıyordum. Şoför beni görmüyordu. Belki de kimse beni görmüyordu. Sevdiklerim otobüsten indi. Ben yetişemedim. Onlara varmak istedim ama yollar başka yöne saptı. Yanlış tarifler aldım. Bazen herkes başka bir yön gösterir ama hiçbir yol çıkmaz. Ne kadar yürüsen de hedef senden uzaklaşır. Ne kadar çabalasan da labirentten çıkamazsın. Bir döngüydü. Başladığın yere dönmek gibi, çıkışı olmayan bir koridor gibi. Peki ya o adamın poşeti sorması, içinde ne olduğunu bilmek istemesi? Çorba, basit bir şeydi. Ama belki de en değerli şeydi. “Onu bana ver, senin için saklarım,” dediğinde, belki benden sadece bir çorba değil, bir şeyler daha alıyordu.
Bu rüya, gerçek hayatta asla bulunamayacak bir çıkışın peşinden koşmak mıydı? Ya kaybolmak aslında bir son değil, bir başlangıçsa? Belki de otobüsten inmem gerekiyordu. Yol, kendiliğinden uzamamıştı. Ben yürüdükçe değişmişti. Yanlış tarifler, çıkmaz sokaklar… Bunlar sadece hatalar değil, belki de yolların ta kendisiydi. Cami… Sadece bir bina değil, bir geçişti belki de. İnsan bazen kendine giden yolun bir labirentten geçtiğini fark etmez. Döner, döner, yine başladığı yere gelir. Ama her dönüşte biraz daha farklıdır.
Evet, bu rüya bir çıkışa varmadı. Ama belki çıkış diye de bir şey yoktur. Belki de kaybolduğumuzda, kaybolmadığımızı anlarız. İşte o zaman, bulmaya başlarız…
Bu yazıyı nasıl sonlandıracağımı düşünüyordum ki, Edip Akbayram’ın vefat haberi verildi. Dışarıda deli dalgalar gelip duvarları yalıyor vegaliba bizi bu sesler oyalıyor…. Aldırma, gönül, aldırma…Yılmaz Odabaşı’nın dediği gibi: aldırma demiyorum sana, aldırarak, aldırma…Öyleyse…Hayat dediğimiz şey, bir kâbus mu? Yoksa bir farkındalık yolculuğu mu?
Yoksa her ikisi de aynı şey mi?