17 Ağustos 1999, saat 03:02… Deprem oluyor! Geceden sabaha, tam ortasında bir karanlıkta, korkuyla sallanıyoruz. Ben henüz 10 yaşındayım, o anları hatırlıyorum. Panikle uykumuzdan uyanıp, kendimizi bahçeye attığımız o gecede nefesimiz yüreğimize çarpa çarpa sabah etmiştik. Depremin artçıları gece boyunca hatta gün boyunca da sürmüştü. Radyolarımızdan günün son gelişmelerini dinlerken, neredeyse tek konu depremdi… Evler yıkılmıştı, insanlar ölmüştü, hayatlar darmadağınık olmuştu. Korkuyordum! Ailelerimizden birisine bir şey olacak endişesiyle günler boyunca kenetlendik. Yardımseverlerleştik! Evden ihtiyaçlarımızı alıp bahçede kurduğumuz yatakta uyuduk. Hatta hemen hemen her ev öyle yapmıştı… Haftalarca korktuk, endişelendik, o evlerin yıkılmasına sebep olan her detaya kızdık… O deprem hepimizi derinden sarstı. Hepimiz birilerini kaybettik. Toplumsal olarak umutlarımızı yitirdik, kaybettiklerimizi anıyoruz.
Deprem endişesiyle evinde yaşamaya korkup ailesiyle birlikte bize kalmaya gelen ablam, yanlarında getirdikleri küçük bir televizyonu evimizin ortasına deprem gibi koyduklarında 10 yaşındaydım… Bizim siyah beyaz televizyondan sonra renkli ekran televizyon olağanüstü şaşırtıcı gelmişti. Haberleri izliyorduk, günler geceler boyunca deprem bölgesinden canlı yayınlar yapılıyordu. Hepsini izliyorduk, izledikçe korkularımız artıyor ve yaşamımız endişeli bir hal alıyordu. İnsanların feryatları yüreklerimizi dağlıyordu! Çok büyük bir acıydı, tek temennimiz tekrarının yaşanmamasıydı! Oysa ki ülkemiz coğrafyası tam bir deprem bölgesiydi, yani yaşadıklarımızı unutmadan depremle yaşamayı öğrenmek zorundaydık. Oysa hiç öğrenemedik… Sonra aylar geçti! Sonra unuttuk! Hafızamız silinir gibi, yaşadığımız evler depreme dayanıklıymış gibi unuttuk… Kendimizi güvende hissederek yaşamaya da devam ettik. Yıllar geçti, uzmanlar hep uyardı ve benzeri acıların tekrarını tekrar tekrar yaşatan çok deprem oldu.
Çocukluğumdan getirdiğim o bilinmez istekle mesleğimi belki de o yıllarda somut olarak keşfettim diyebilirim! İnsanların o acı yakarışları içinde nefesine ses olan, sesine ses katıp milyonlarca izleyiciye ulaştıran büyüleyici o meslek “gazetecilik” geldi bir anda buldu beni… Hayat normale dönünce ablamlar da renkli televizyonları da bizim evden çoktan bir misafir gibi gitmişti. Sadece bir iki kanalı gösterebilen kendi eski siyah beyaz televizyonumuzla baş başa kalmıştık. O günlerde içimde çocuksu bir burukluk olmuştu. Annem ve babam elinde avucundakilerle evimize hemen bir televizyon alınmasını sağlamıştı. Böylece hayata her ne olursa olsun gülümseyerek bakabildiğim o yıllarda renkli ekrandan çizgi filmlere çok büyümeden yetişmiştim… Büyüyünce de gazeteci olacaktım…
Bu satırları yazarken bir yerel gazeteci olarak, işten eve günümün 4-5 saatini alan bir yolculuğumdayım… 17 Ağustos 1999 depreminin üzerinden tam 25 yıl geçti! Yeniden depremler oldu, yeniden acılar yaşadık ama unutuyoruz… Sanki toplumsal olarak hafızalarımızı silen kocaman bir silgi var! Unutuyoruz! Ekranda izlediğimiz bir sonraki konu bir anda yeni gündemimiz oluveriyor. Onu konuşmaya başlıyoruz. Seyrettiklerimiz ve okuduklarımız çok kalmıyor bizimle… Unutuyoruz!
Uzun lafın kısası belki de unutarak yaşayabiliyoruz. Baksanıza diğer türlüsü çok zor değil mi? Yaşadığımız her tür acının tam da üzerine kocaman bir sünger çeker gibi unuttukça kendimizi teselli ediyoruz. Oysa unutmak yaşadıklarımızı tekrarlayan bir kısır döngüye ve bir karanlık girdaba çekiyor. Belki de aldırış etmiyoruz! Bilmiyorum… Bildiğim tek şey unutmanın iyi bir şey olmamasıdır. Acıları unutmamak ve gerekli tüm önlemleri de gerçek anlamda almak gerekiyor.
Ağustos yaz mevsiminin son ayı… Yaz mevsimini tıpkı leyleklerin göç edişi gibi yolcu ediyoruz. Şimdi biraz da sonbahara hazırlanmak gerekiyor. Herkese umudu bol ve yaşanası güzel günler diliyorum. Unutmadan, yaşadığımız fırtınaları unutmadan ve yaşayacağımız tüm fırtınalara hazırlıklı olarak…
Sözün özü; yoksa o gemi o kıyıya hiç varmaz!