Ey yazar! Bazen diyorsun ki kendi kendine; bundan sonra basit filmler izle… Hikâyesi basit olsun, fazla düşündürmesin ve yormasın. Güldürsün ya da ağlatsın ama her ne yapacaksa basitçe yapsın. Yok, sen yine de gidip yıllar sonra Ingmar Bergman’ın Persona filmini yeniden izliyorsun. Büyüsüne kapılıyorsun. Üç gün geçmiş üzerinden, ne zorun varsa hâlâ o filmle ilgili yazılar okuyorsun. Senin de personan (dış çehren) böyle işte.Bir yerden sonra elinde değil demek ki. İster istemez seni zorlayan şeylerin peşinden gidiyorsun.
Bir zor görevin daha var; bu yazıyı “yuva“ kavramına bağlamalısın. Ayna adlı ulu yazı grubundan ödevin. O da adını Tarkovski’nin şiirsel filminden alıyor. Alt tarafı bir film konuşacaktınız toplantınızda. İzle filmi, ne hissettin sadece onu söyle. Olmaz, yakışmaz sana değil mi sayın yazar? Gider film hakkında derinlemesine yazılar okursun. Başkaları ne demişe bakarsın. Filmi sular seller gibi içmiş aç beyinlerin dediklerini de es geçmezsin. Senin için de anlam orada yatıyordur çünkü. Yönetmenin hayatını okursun, bu filminde kendi hayatından hangi travmaları imgeledi noktasına kadar inersin. Açaro tarihi röportajları dinlersin. Ne zorun var senin kuzum? Kuzum dedim ya, seni çok sevdiğimden sanma sakın. Biraz acıyorum sadece sana. Bu acıma da böyle hitaplar kurmama neden oluyor. Peki, ne oldu sonra? Film hakkında konuştun hissiz bir şekilde. Okuduklarını ve araştırdıklarını bölük pörçük aktarmaya çalıştın. Sonunda yine sonuna kadar hak ettiğin o ironik yıkıma uğradın. Filmin temel derdini bile anlamadığını fark ettin. İyi oldu sana! Akıllanmıyorsun ki. Kendinden her uzaklaşıp başka yollara saptığında bunu yaşmaya mahkûmsun.
Cesursun ama bu yazıda. Vay ki kendine dair bir şeyler söylüyorsun! Salık verilmez bu. Örsene yine tuğlaları. Korunaklı bir evin olur, bir yuvan olur orada. Mesafe, mesafe diye uyarılı marşlar çalar sana yaklaşanlara. Yüksek bir kalenin en güçlü askeri olarak mızrağını sallarsın. Başkalarına ve onların gölgelerine sallarsın. Gölgesini de alır gelir çünkü düşman. Aramızda kalsın, yok orada bir düşman. Kalenin önü bomboş, hepsi senin uydurman…. Varoluş derdi olanının yıkımı çok olurmuş. Durmadan kendini yıkar yıkar kurarmış. Değiştin sen, değişiyorsun, değişeceksin de… Hep aynı kalanlara şaşacaksın. Onların sarsılmaz istikrarlarına imreneceksin. Değişti değişti, çok değişti… Bir de böyle yergiler duyacaksın.Sonra başlayacaksın neden değiştiğini anlatmaya, başka işin gücün yok ya! Çok yorucu değil mi bu kuzum!? Anlatma bu sefer, ne olur? Hem nedir ki bu anlatma çaban, bu ifade etme hırsın, bu gereksiz mücadelen? Alt tarafı bir hayat yaşayacaksın, yaşamaktan çok kendini açıklamaya çalışmakla geçiyor zavallı ömrün. Kendi haline bırak, delidir ne yapsa yeridir derler. Öyle deseler, sen bu sefer de neden deli olmadığını anlatmaya çalışırsın.
Sonra da dalgın dalgın dolaşırsın. İspark’ın şu arabalara yol verip kapanan zımbırtısı kafana iner. Ağabey bir şey oldu mu? Bak, ne içten bir soru! Bir şefkat mi? Bunu bildirdik ağabey aslında, geldiler sünger taktılar ucuna. İyi ki sünger takmışlar, yoksa kafandaki o varoluş sorularının hepsi beyninle birlikte dağılacaktı. Sonsuz bir hiçlik sonra, sorusuz, cevapsız, bir boşluk hissi artık seninle belki… Sonrasında o ne olduğunu bilmediğin, o sonrasını tecrübe etme hâli. O tecrübeden sonra hayata dönüp cevabı bilerek yaşama hâli yok ama. Sadece boşluk var, hiçlik sana… Ağabey, sen de bildir istersen ama düzelmez! Düzelmez tabii, ülkemizde ne düzeliyor ki? Büyük ironi yaptın kuzum yine, İspark görevlisi anlamadı ki. Baktı anlamsız şekilde, dikkat et ağabey dedi. Ah be kuzum, sen başından geçeni böyle anlatmaya devam edersen kimse anlamaz ki seni… Otur şimdi anlaşılır bir şikâyet yaz İspark’a!
Bir de unutmadan; kişiliğimiz yuvamızdır. Bu yazıya on numara başlık olur!