Ben de yalnızlıktan muzdaribim, dedi. Peki, neydi yüreğini paramparça eden, ruhunu karanlığın en derin köşelerine sürükleyen bu duygu? Hayatının her anında derin izler bırakan yalnızlık, ne zaman başlamıştı ve neden inatla peşini bırakmıyordu? Belki başka cevaplar da vardı, ama hissettiğim tek şey: Yalnızlığın çocukluktan geldiğiydi.
Çocukluk… O saf ve korumasız dönem. Küçük yürekte büyüyen sessiz yalnızlık, kimsenin fark etmediği derin bir yara gibi insanın içine işler. Kurulan hayaller ve oynanan oyunlar, aslında birer maskedir. O maskenin ardında kimsesizliğin soğuk yüzü gizlenmiştir. Zamanla, o yüz kalbi ele geçirir.
Bir çocuğun yalnızlığı, anlaşılmamanın getirdiği tarifsiz acıyla başlar. Anlatmak istersin, ama kimse dinlemez. İçinde fırtınalar kopar, ama dışarıya bir fısıltı bile çıkmaz. Koca dünyanın karşısında, minicik bir yürekle tek başına kalmışsındır. Kimsenin seni anlamadığını, kimsenin seni duymadığını hissettiğin o an, yalnızlık içini kemirmeye başlar. Sanki bir bataklık gibi, yavaşça seni içine çeker. Kaçmak istersin, ama nafile… Bir kez o bataklığa kapıldın mı, çıkmak ne mümkündür.
Zamanla bu yalnızlık, senin bir parçan haline gelir. Büyürsün, ama içindeki o çocuk hep oradadır. Gecenin bir yarısı yalnız kaldığında, o çocuk seni bulur. Gözyaşların yastığa dökülürken, içindeki yalnızlığın acısı her damlada biraz daha büyür. Tüm dünyanın sana sırtını döndüğünü, herkesin sana yabancılaştığını hissedersin.
Oysa ne çok sevilmek istemişsindir, ne çok anlaşılmak… Ama o sevgi bir türlü tam anlamıyla sana ulaşmaz. Hep bir eksiklik, hep bir yarım kalmışlık hissi vardır. Ve bu eksiklik, seni yalnızlığa mahkum eder. Bir ömür boyu sürecek bir mahkumiyet… Öyle bir yalnızlık ki, bazen içini öyle bir acıyla doldurur ki, dayanamazsın. Sanki kalbine saplanmış bir bıçak, oradan çıkmamak üzere yerleşmiş gibidir. Nefes almak bile zorlaşır, yutkunmak bile acı verir.
Yalnızlığın derinliğini en çok hissettiğin anlar, geçmişin ağır yükünü taşıdığın anlardır. Çocukluğunda yaşadığın acılar, içindeki yalnızlığı besler. Ruhunu koca bir boşluk, koca bir karanlık kaplar. Ve sen, o karanlığın içinde kaybolursun. Çırpınırsın, ama nafile. O karanlık seni içine çeker ve kendi yalnızlığının esiri yapar.
Belki de en zoru, bu yalnızlığı kabullenmektir. Çünkü kabullenmek, onunla yaşamayı öğrenmek demektir. Onunla yaşamayı öğrendiğinde, yalnızlık hayatının bir parçası haline gelir. Kalabalıklar arasında bile yalnız kalırsın, insanlarla konuşurken bile aslında hep içindeki o sessiz çığlığı dinlersin. Dışarıdan güçlü görünürsün, ama içten içe paramparça olursun.
İşte bu yalnızlığın en gerçek hali, bir şarkıda yankılanır kulaklarımızda. Şarkı, sanki kalbimize dokunur, içimizdeki yaraları kanatır. Ve biz o yaralarla yaşamayı öğreniriz. Ama her dinlediğimizde, her mısrada, çocukluktan gelen yalnızlık bir kez daha içimize işler. Gözlerimiz dolarken, içimizdeki acı biraz daha derinleşir. O zaman çocuktum ben, o zaman çocuktum ben…