Sanmıştım ki bir evren kurulacak ikimizden. Seni kum diye karacaklar, beni su diye ekleyecekler. Birbirine karışıp yeni bir şey oluşturması beklenen şeyler… Muhtemel olan gerçekleşti, birbirimizin hiçliğini perçinleyen ötekilikte sonlandık. Ama bunun da bir güvencesi var. Zayıf bir güvence belki, belki de çok cılız… Devrik cümleler kuran birinden endişe etmeye gerek yoktur. Herkes devirir balıkçı motorlarını. O ise devrik cümlelerinden bir yol bulur, gerekirse balık olur yüzer. Hem devrik, hem işlevsel olunabilir. Hayatın nasıl aktığına uygun ama herkesin bocaladığı yerin yakınlarında bir yerde konumlanabilir…
Tam beni anlatan cümleler kuruyordu ki adına ne desem? Bir benzeşmeden bir isim koymak ne haddime! Yazdıklarından alıntı yapsam, dışında kalabileceğim hiçbir parçam yok. Karşısında bir alıntıya dönüşeceğim diye korkuyorum. Ne diye eğip büktüm ki büyük eserimi! Bilinmezlik destanının kancasında sallanacak şimdi hiç hükmündeki krallığım…
Bir devrik cümle kurma özlemiyle yanıp tutuşuyordum. Kaçışan sıçanlara duyuramamıştım sesimi. Kendini galip sayan tüm yükselmelerim anlamını yitirmişti. Hem öğrencisi hem öğretmeni olduğumuzu sanmıştık birbirimizin. Şu kafesin altında, o kapalı yumruğun içinde duruyor pişmanlığım da. Eski bana bakıyorum. Bakıyorum… Kendimi nasıl bu kadar yükseldikçe ezdirebildim? Çay altlığı yapılmış ihmal edilmişliklerde cayır cayır yanıyorum… Suyu bulandıran da kendimden başkası değilken…
Bir filmin içindeyim. Kar kürüyorum. Yaşlı bir adamın musluğunu tamir ediyorum. Çöpleri atıyorum. Karaktere bakıyorum. Ben de yaşlı bir kadının lambasını değiştiriyorum. Kar kürüyorum. Tıkanmış bir tuvaleti açıyorum. Tuvaleti tıkanmış kadın özür diliyor benden. Sonuçta onu da birinin açması gerekmiyor mu? Avunuyorum, avutuyorum… Başka bir kadının konuşmasını dinliyorum. Onun da tamir işi var. Bana bahşiş vermesini garipsiyorum. Koltukları çöpe atıyorum. Boru tamir işi zordur. Profesyonel bir tesisatçı gerekebilir. Belki de kırmak gerekir. Barda bir kadın üstüme bilerek bira döküyor. Belli ki kadın benimle tanışmak istiyor ama ben istemiyorum. Kadın adını söylüyor, ben söylemiyorum. Tek başıma oturuyorum. Karşımda oturan iki adamla bilerek kavga çıkarıyorum. Karaktere bakıyorum…
Evde tek başıma televizyon izliyorum. Kar kürüyorum. Telefonum çalıyor. Arabayla giderken yaptığım işlerle ilgili bilgilendirmeler yapıyorum. Bir buçuk saate oradayım. Hastaneye koşuyorum. Öldü mü? Peki ne olmuş? Kalp krizi geçirmiş. Morgda. Bana bakıyor. Donuk, tepkisiz ama duyguluyum. Onu öpüyorum. Bir ölüye değdim. Dudaklarımı siliyorum. Doktora teşekkür ediyorum. Morgun kapısı kapanıyor ölünün ardından… Bir ergene babasının öldüğü haberi nasıl verilebilir ki? Geçmişten mutlu anlar aklından gelip geçerken… Bir yandan da pişmanlıklar o mutlu anların üzerine üşüşürken… Buz pistinin üzerinde kayıyor. Babası morgdaki buzlukta hareketsiz yatarken… Gidelim konusu, elbette yanlış anlaşılabilir. Gidelim; haydi içeri girelim mi? Gidelim; lanet olsun çekip gidelim buralardan mı? Hangi gidelim?
Babalar ölür, morglara yatırılır. Kimi babalar çocukları için ölmeden ölür, hayata gömülür. Çalınmaz kapısı, duyulmaz sesi; kimi zaman öylesi daha iyidir… Babanın mutluluğudur çocukları için ölünce ölmek. Ölmeden ölmek ise bir utançtır, bir baba karnesi kırıklığıdır, ölümüne bir bütünlemedir, bir olmamışlıktır… İyi geceler sarılmaları sıcaktır. Cenaze işlerini dert etme, onlar telefonla ayarlanır. Herkes en az bir kere babasını kaybeder bu hayatta… Ancak vasiyet için avukata gitmelidir. Müziği durdur…