Anlaşılmasın bu yazıyı eskimiş cümlelerimle kurduğum. Kimselere çıkmayan sabahlara haliyle varmayacak ironilerim anlaşılmasın. Bir amacı olmayan düşünce yürüyüşlerim boşlukta kalsın. Biraz sezilebilmek boyutunda kalsın. Sorular sorulsun. Neyi ne kadar anlatabiliyoruz da o şeye ne katıyoruz? Sorular sorulsun tabii. Kim bizi ne kadar ipliyor? Mantık içeren şüpheden paranoyak bir ruh haline geçişkenliğin kılıç gibi keskin ucunu örtsün mendil…
Burktumsa ayağımı bu metinlerde burktum. Kırdımsa ayağımı yürürken değil, kesinlikle cümle kurarken kırdım. Şimdi bir sıcak, bir soğuk. Literatürde şoklama diyorlar buna, belki de iyi gelecek! Yine de sanmam, çünkü cümlelerimin kılcal damarlarında bir dolaşım bozukluğu tespit ettim. Daha iyi yürümek için sakınmaktan başıma geliyor budalalıklar. Hiç’i kavrayacak düşünsel tarafından! Olmadık benzetmeler, olmadık bağlantılarla ilerleyecek. Bir çırpıda okunacak, dile takılmayan lirik bir deyişle. Girişin serbest, çıkışın ücretli olduğu Budalalıklar Oteli’nde! Alt sokaktaki pencereden bakan da benim. İkiziyim demenin haksızlık olacağı bir benzerim var benim. Cesaretlenip varlığından, silmiyorum onun da yazdıklarını. Kendi duygularının berberi, temiz bir sayfa mı açtın yüzünde?
Başka ne yapsaydım duygusundan yakalayıp girdim yeniden koluna hayatın. Konuşabilme yetim vardı, bir şeyleri farklı söyleyebilirdim. Kızabilmenin yanısıra karşı da çıkabilirdim. Binlerce susmuş anın oluşturduğu o perdeyi yırtabilirdim. Ancak konuşmanın hiçbir şeyi değiştirmediği ana döndü şafak, bunları yapamadım. Hangi kıyının kayası olabilirim ki artık? Leyleklerin getirdiği çocuk, önüne konan yemeği beğenmedi. Saf nankör! Resmim de kıpkırmızı açmış gözlerini bana bakıyor şimdi. Hep haneme yazılan boşluklar bunlar. Mizacım nedir benim? Yüzleşir miyim, yüzleştirir miyim? Kan seçer miyim? Öfkeli miyim? Akar mıyım? Yıkıcı mıyım? Silahım ironi mi? Yıkıp yapar mıyım? Yapar yıkar mıyım? Çok önemli bir cümle kurduğumu sanmıştım. Söyleyip durmuştum her yerde ve herkese. Hiç kimseyi ilgilendirmeyen bu cümleyi herkese söylemiştim. Özne bile değildim.
O başka yere bir isyankâr abi daha buyur ettiğinde, sadece suyun neden hâlâ sakin olduğunu düşünürdüm. Kılıçları en iyi ihtimalle ellerinde kalmış, en kötü ihtimalle bağrını böğrünü delmişler de biliyordu ki her insan alacaklıydı bir başkasından. Bir adamın işi sadece günde üç taş atmak olsaydı denize, o da kibirinden bir gün şişerdi. Derdi ki şu üç taşı da en iyi ben atarım denize! Ellerime aldığım taşlar şanslıdır ki en usta el atacak onları denize! Ardımdan gelen hadsizler ya bıraksın taşları yerlerine ya da başka bir deniz bulsunlar kendi taştan oyunlarına! Söz öyle büyük bir yalan ki! Aklına geldikçe yazıyorsun. Sanıyorsun ki kendini anlatıyorsun. Ayıplıyorlar seni söylediklerinden. Oysa belli bir anın insanının belli bir anından konuşuyorsun. Gölgesinden dışarı adımını attığın o kişi yok artık. Söz o kadar uçucu ki ayıplanmaya değmeyecek bir şey o artık, geride bıraktığım kişinin belirsiz bir izi!Birilerinin yazdıklarından şan şöhret yapabildiğine inanmakda güç. Neyse başka türden mekanizmalar bunlar…
Acı ve ekşi genlerimle biliyorum kime benziyorum. Hiç benzemek istemezdim! Söylemeden utanılır, ben aklımdan geçerken utanıyorum. İnsan da döner etrafında diğerlerinin ve kendinin! Tüm ütopyaları gömülüdür sıfırdan başlamaların!Tahta tadındaki günlerde kamburlaşır omurga. Aynı şiirin dizelerinde döner bu salak dünya ama bir sineği öldürmek deçok zordur! Ölüm tehlikesini hissetmez, uçar uçar ve sinir bozucu şekilde hep aynı yere konar, bakılır tüm yüzlere… Bakılır, bakılır bir daha, hepsine bir daha bakılır ve bu yazı anlaşılmaz.