“Fil Rüyası” eserinin tiyatro sahnesinden izleyicilerle buluşacağı günün heyecanını yaşayan ve yazma serüvenini bir iyileşme olarak da nitelendiren Günsu Özkarar, “Hem müzik hem de yazmak beni iyileştirdi diyebilirim. Hatta yazmayı ben bir kurtarıcı olarak görüyorum!” dedi.
Kendi cümleleriyle anlattığında ‘Günsu Özkarar’ kimdir?
Yaşını çok algılamayan, Ankara’da doğup büyümüş, kendini bildi bileli kedi ve köpekleri aşırı seven, İstanbul’da yaşama arzusuyla yurt dışından sonra buraya sürüklenen ama hiçbir yerde tam da memnun olmayan, özellikle bu ülke sınırları içerisinde yaşam alanı olarak hep daha iyisini arayan, hep daha iyisini özleyen, hayal eden, dış dünyada bunları görmedikçe hırçınlaşan, memnuniyetsiz, üretken ve biraz da kavgacı biri derdim!
Yazmak ya da ‘yazabilmek’ diyelim size neler katıyor?
Sanat terapisi derslerimizin hocasının bize yolladığı bazı videolar vardı. Onlardan birisini izliyordum. O videoda sanatın aslında Şaman törenlerle başladığı ve o yıllardaki insanların bile bir nevi ‘sanat terapisi’ uyguladığını anlatıyordu. Günümüzde bu koşuşturmacayla, bireyselleşmenin bu kadar vurgulanmasıyla, atalarımızdan gelen o genlerimizdeki iyileşmeden o kadar uzağız ki yetmiyor… Bana müzik yetmedi! Herkes diyor ki neden müzikle yetinmedin? Demek ki daha çok hastaymışım ve daha çok iyileşmeye ihtiyaç duymuşum… Yazmak beni sağalttı! Yazmak aynı zamanda anlamanın bir biçimidir ve anlamanın bir biçimi olduğu için ben daha çok anlar hale geldim. Yazmak bunu sağladı.
Tüm bu yolculuğunuzun ardından kitap yazmaya nasıl karar verdiniz? O ilham sizi nereden gelip buldu sizce?
İlham belki başkaları için öyledir ama bana böyle bir anda gelen bir şey değil! Bence ilham dediğimiz şey aslında senelerdir biriktirdiklerimizin bir sonucu… Ben çok defter kullanıyorum ki senin bana getirdiğin defteri de kesin doldururum! Kullandığım o defterler taşındıkça ortaya çıkıyor ve ben tekrar tekrar geçmişe dönüp baktığımda bazı malzemelerimi o yıllarda anlamamış ama sonradan işlenebilir buluyorum. Mesela Moda’dan Büyükada’ya taşındığımda kıyıda köşede kalmış o kadar çok defter buldum ki onları araştırdığımda şiirlerim ve oradan da bir şiir kitabım ortaya çıktı diyebilirim. Bir öyküye başlayıp bitirmediğimi görüyorum ama sonra ona devam ediyorum… Yani ilham aslında benim böyle halı altına ittiklerim ya da böyle hani eskiler yapar ya yastık altında biriktirilenler diyebilirim… Araya zaman girince onlar daha işlenebilir hale geliyor.
Çocukluğunuzda kitap okumayı sever miydiniz? O süreçte müzik hayatınızda ne kadar yer alıyordu?
Ben oyuncu bir annenin kızıyım. Annemle babam ayrı oldukları için biz anneannem ve dedemle yaşıyorduk. Dedem zaten çellist bir babanın oğlu olduğu için hep klasik müzikle büyümüş. Bizim evde ıslıkla bile hep ‘Figaro’nun Düğünü’ filan çalınırdı ve ben de müziğin kime ait olduğu sorulan testlere tabi tutulurdum… Bilemediğimde ağlardım! Çocukluğum, ölmüş, bilmediğim çeşitli besteciler ve tiyatro yazarları arasında geçti… Böyle bir kulak aşinalığı varken benim de böyle şeyler yapmam normaldi. Baleye yolladıklarında ise çok yemek yiyen bir çocuk olduğum için açıkçası hoplayamıyordum! Yine öyle bir provada sahnedeyken gözüm piyano çalan kişiye takıldı. O gün aileme “ben piyano çalmak istiyorum” dedim. Bunun üzerine bana müzik dersleri aldırttılar. Babamdan ayrı büyüdüğüm için olsa gerek, bu tür dersler aldırtmak olsun, gerek defter kitap almak olsun üstüme daha çok düştüler. Babama özlemim ve yoksunluğum vardı… Yokluk hissederdim ve onu da bu şekilde kapatmaya çalışırdım.
Genellikle ne türde eserler okuyorsunuz?
Aslında ayırmamaya çalışıyorum ama tabi ki beni ne daha çok etkiliyor dediğimiz zaman Türk ya da yabancı olsun kadın yazarlar çok etkiliyor. Mesela ben Sevgi Soysal’ı okuduğumda çok genç bir yaştaydım ama bütün o eserlerini bir solukta okuduğumu hatırlıyorum. Adalet Ağaoğlu da sevdiğim bir kadın yazar… Virginia Woolf da söylemeden geçemeyeceğim bir yazar… Kısacası kadın yazarlar benim ilgimi çekiyor çünkü ortak meseleleri yaşıyoruz. Kadınların dünyasını daha çok keşfetmeye çalışıyorum. Elbette Franz Kafka’yı, Fyodor Dostoyevski’yi de çok küçükken bana engin bir dünya sunduğunu düşündürdükleri için çok severim. Şimdi çantanda ne var diye soracak olursan da “Kendine Ait Bir Öykü & 60 Kadın 60 Öykü” kitabı çıkar.
İlk kitabınızın raflarda yerini aldığı günü ve o heyecanınızı hatırlıyor musunuz?
Raflarda hemen yerini almamıştı bir kere onu söyleyebilirim. Heyecanımı hatırlıyorum! Kitap daha elime gelmeden önce fotoğrafı gelmişti. Pandeminin ortasıydı ve hiç kimseye ulaşamadığımız bir dönemde instagram ya da mail üzerinden insanlara ulaşıyordum. Herkes çok desteklemişti. “Tamam, ben bu yola baş koydum ve buradan çıkmayacağım” diye kendimi motive ettiğimi hatırlıyorum.
Bugüne kadar yazdığınız kitaplarınız neler?
Akademik bir yayın olarak “Tarihsel Süreçte Gelişen Viyola Ekolleri”, Ada’ya taşındığımda defterlerimde bulduğum şiirlerimden “Liseli Bir Genç Kızın Şiir Defteri”, hikayelerimin olduğu “Küflü Virgül”, söyleşilerimden derlediğim “Bazen Olur”, “İki Kadın”, çok yakında bir tiyatro oyunu olarak da sahnelenecek olan “Fil Rüyası” olarak sıralayabilirim.
Hayatınızda müziğin yanına yazmayı da koyduğunuz günden bu yana neler değişti?
Hem müzik hem de yazmak beni iyileştirdi diyebilirim. Hatta yazmayı ben bir kurtarıcı olarak görüyorum! Mesela kötü bir şey yaşadığım zaman onun depresyonu bende çok uzun sürmüyor. Belki bu kötü bir şey ama ben o depresyonu bile bir oyunun parçası gibi kafamda kurgulamaya başlıyorum. Ben bunu yazarak atlatırım, ben buradan şöyle bir karakter çıkarırım diye düşünüyorum. Kendimi şuradan irdeler, buradan böyle bir içe bakış yakalarım diye düşünüyorum. Yani yazmak benim acı çekme süremi azalttı! Evet, belki kendinden çıkartmış oluyorsun. O acı can simidi gibi oluyor ama bu biraz tembelliğe de itiyor. Çünkü bazen bazı olaylar karşısında nasıl olsa yazarım diye yola çıktığımı, bu süreçte sessiz kaldığımı ve sonrasında yazmadığımı da fark ediyorum…
Her yazarın özellikle ilk kitaplarını yazarken kendisinden bir şeyler kattığı düşünülür. Sizde de öyle mi oldu?
Kitaplarıma otobiyografik olarak kendimden tabi ki bir şeyler katıyorum ama hepsinin kahramanı ben değilim. Hepsinde bir duyguyum diyebilirim. Çünkü karakterin tamamen kendisi olmasam bile o karakteri analiz ederken “ben olsaydım nasıl davranırdım” diye düşünüp kendi duygumdan çıkarak yazdığım yerler oldu. O yüzden hepsinde benim bir duygum var. Bir tanesi tamamen benim öyküm ama tabii ki günün sonunda tamamen yaşadığınızı yazmıyorsunuz ve kurguluyorsunuz.
Peki, sizin için en özel eseriniz hangisidir? Neden?
Yani bu soruya aslında “Küflü Virgül” derdim ama şu ara tabi yeni bir çocuk doğuyor sahnede! “Fil Rüyası” 11 Kasım’da, ilk kez Kadıköy, Baba Sahne’de seyirci ile buluşuyor. Tiyatro sahnesine taşınan bu oyunun yönetmeni Cem Burçin Bengisu, süpervizörlüğünü Laçin Ceylan yaptı. Oyuncular Hülya Köseoğlu, Arbil Tabur, Onur Sarıaltın ve ses olarak Nejat İşler yer alıyor. Evet, yani fillere olan düşkünlüğüm ve bu oyunu yazarkenki delilikler hesaba katıldığında şu anda benim için en özeli o! Çünkü yazdığım ve sadece kitap olarak değil görsel olarak da insan içine çıkan eserim, çocuğum bu oldu. Yani bir doğum oldu! İşin enteresan tarafı da siz yazdığınız ve bir yönetmenin eline geçtiği zaman o da kendinden de bir şeyler koyuyor. Yani benim yazdığımın başkasında nasıl vuku bulduğunu ilk kez izlemek de benim için çok heyecanlı!
Günlük rutininizde genellikle nasıl bir yazma alışkanlığınız var? Neler size ilginç geliyor?
Hani dedim ya “nasılsa yazarım” diye geçiştirdiğim şeyler oluyor ve bu beni biraz tembelliğe de itiyor… Mesela şimdilerse zorlu bir süreçteyim. Zorlu derken karamsar anlamda değil ama haftanın 6 günü çok çalıştığım bir süreçteyim. Sürekli ders veriyorum, kurumlarla anlaşmalı olarak çok fazla öğrencim var. O yüzden sabahları ilk iş olarak kalkınca yazamıyorum. Derslerde sinirlenmemek için sabahları spor yapıyor oluyorum ya da öğrencilere bir şey verebilmek için neşeli şeyler izliyor oluyorum. Bütün günüm çocuklu ailelerle geçiyor. Rutinim bozulmuş durumda ama rutin oluşturduğum zamanlarda en sevdiğim şey uyanır uyanmaz yazmaktı. O berraklığı çok seviyordum. Çünkü o berraklık hem zihnin temiz ve henüz işlenmemiş oluyor. Aynı zamanda da rüyalarından uyandığın için bilinç dışında çok birebir karşı karşıyasın. O yüzden ben sabah uyanınca yazmayı sevenlerdenim.
Kitaplarınızın çıkış noktasında gerçek kesitler mi yoksa kurgu mu daha çok yer alır?
Kurgu daha fazladır. Ben bir malzemeyi alıyorum. Sen bana bir şey anlatıyorsun ve o anlattığın şey benim ilgimi çekiyor. Benim hayal dünyamda o dönüşüyor.
İçinde bulunduğumuz çağ, gelişen teknoloji ve sosyal medya sizi nasıl etkiliyor?
Hiçbir yere ait hissedememe ve olduğun yerden memnun olamama, diğer yeri kaçırıyormuş arzusu bunlar çağın korkuları ve hastalıkları ama sosyal medya ile ilgili ben hiçbir zaman negatif bakmıyorum. Hiçbir zaman da bakmadım. Sadece bir dönem İsviçre’de yaşarken sosyal medya kullanmamayı denedim. Çünkü kötü etkilerinden çok fazla bahsediliyordu ondan korumaya çalışmıştım kendimi. Sonra dedim ki yani ben bunu kontrol edebilirim. Çünkü çağ buraya gidiyordu ve bugün sosyal medyayı çok önemli buluyorum. Çünkü köpeklere yapılan zulmün gerçek boyutlarını da birçok haberi de biz şu anda sadece sosyal medyada görebiliyoruz. En sağlıklı haberleşme ağı gibi oldu diyebilirim.
Şu sıralar neler yapıyorsunuz? Yakında yeni projeleriniz var mı?
Fil Rüyası’nın izleyicileriyle buluşacak olmasıyla beraber üstünde çalıştığım bir oyun daha var. Kadıköy Emek Tiyatrosu’nda yeni başlayacak bir atölyeye yetiştirmeye çalışıyorum. Bir de 40’lı yaşlarımda çıkarmayı düşündüğüm bir roman var. Boşta kaldıkça onun üzerine çalışıyorum, okuyorum ve yazıyorum. Bir de Sanat Terapisi eğitimine başlıyorum ve akademiye geri dönme planım var. Belki 60’larımda profesör olurum diye böyle bir heyecanlandım! Onun dışında zaten Ada’da yaşam sende biliyorsun yani insana bütün gününü iş ve ev arasında yolda geçirtiyor… Şehirden uzak olmak güzel bir şey, denizde olmak güzel bir şey… Ada’da yaşamak denize iyice ilgimi arttırdığı için kürek sporuna da başladım. Köpeğim ve kedim vaktimi alıyor. Adaya doyamadığım bir dönemde olduğum için iş çıkışı etkinlikleri kaçırıp, kedim ve köpeğimle evde kitap okumayı ya da adanın bakir kalan yerlerini keşfetmeyi tercih ediyorum.
Kitaplarınızın imza günlerinde okurlarınızla olan diyaloglarınızda sizi en çok neler mutlu ediyor?
“Yazmak” isteyen gençler sizi örnek alıyor ve sizden bir şeyler öğrenmeye çalışıyor. Bence bu çok tatlı! Size yazmaya başladığınız ilk günlerdeki heyecanınızı hatırlatıyor. Evde tek başına hayal kurmak hep yalnızlıktır ama hayalini dışarıda paylaşmak insanı harekete iter… Böyle güzel ortamlarda hayallerimi paylaştıkça çok mutlu oluyorum.
Sarıyer Gazetesi okurlarına bir mesajınız var mıdır?
Sizi çok seviyorum! Sarıyer Gazetesi’nin özellikle yani senin gibi çalışanları varsa eğer her gün Ada’dan Sarıyer’e özveriyle giden bu çok önemli bence. Keşke bütün ülkedeki çalışanlar böyle olsa o zaman biz gerçekten medeni bir Avrupa ülkesi gibi olurduk. Çok teşekkür ediyorum, enerjiniz bol olsun!
Röportaj: Rukiye Ay / Sarıyer Gazetesi