Burhan Öçal: “Büyükdere benim vazgeçilmezim”

featured
service service
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Dünyaca ünlü Türk perküsyon sanatçısı ve oyuncu Burhan Öçal ile Büyükdere’de çok keyifli bir röportaj gerçekleştirdik. Geleneksel Türk müziği ritimlerini kendi üslubuyla harmanlayan ve darbuka enstrümanı denilince akla gelen ilk isimlerden Öçal, “Bence en etkileyici sanat dalı müziktir. Müziğimle dolaştım tüm kıtaları ama Türkiye gibi bir ülke yok. Büyükdere’de evimden gördüğüm manzaraya aşık oldum. Oturur Boğaz’a karşı hüzzam faslını dinlerim” diye konuştu.

Sanatınızda bu derece ustalaşmanızın sebebi sizce nedir?

Vallahi daha usta filan yok! Ustalaşmaya daha çok var.  O mertebeye ulaşmak isterim bir gün…

Mütevazisiniz o zaman…

(Gülüyor)…

Aynı anda hem vurmalı hem de telli çalgıları çalabiliyorsunuz. Sahnede dinleyiciyi şaşırtan çok yönlülüğünüz var. Müzik yaşamınızdaki maceranız nasıl başladı?

Babam Kırklareli’nde sinema işletmecisiydi. Benim de çocukluk arzum sinema oyuncusu olmaktı. 14 yaşında babamda dedim ki “Ben Amerika’ya gidiyorum”, babam “Ne yapacaksın orada?” dedi. “Film artisti olacağım” dedim. O sıralar babamın işleri ters gitmeye başladı fakat son parasıyla bana kırık dökük bir caz davulu satın aldı. Kırklareli’nden otobüse bindik. O zaman otoban olmayan tozlu taşlı yollardan geçip İstanbul’a geldik. Büyükçekmece’den aldığımız o davulu ben zamanla tamir ettim. Çalmaya da başladım hatta para da kazandım. Müzik grupları kurdum. Babamın çalışma odasında eski taş plaklara kulağımı vererek aynı ritimde ezbere çalardım. Yurt dışına gitme hayalim hala vardı! İsviçre’de bir çocukluk arkadaşımın yanına gittim. Eğer İsviçre’ye giderken 2 saat daha geç gitmiş olsaydım Türkiye’ye uygulanmaya başlanan vize şartına takılacaktım. Şansa bakın macera işte böyle başladı! Bir kursa gittim, dünyanın her yerinden öğrenciler vardı. Orada hocamız herkesin bir eseri etüt etmesini istedi. Ben davulla 9/8’lik bir parça çaldım ve çok şaşırdı. Sonra kendi grubunda bana konser teklif etti. O sırada bir yazar edebiyat festivali yapıyordu. Kitaplarını okurken arkasında müzik yapmamı istedi. Nereden nereye müzik dünyasına “cuk” diye düştüm! Amerika’yı da yine unuttum ve ancak 14 sene sonra gittim. Ama nasıl, baş solist olarak. Ben aslında bateristtim. Ama geçirdiğim bir kaza sonrasında ayağımı kırdığım için bateriyi rahatlıkla kullanamamaya başladım. Çalışmak zorundayım “ne yapacağım” diye düşünürken çok ünlü bir perkisyonist “Niye kendini çalmıyorsun bizi taklit ediyorsun” dedi. Aklıma darbukalar geldi ama bilmiyorum ki darbuka çalmasını! Orijinal Türk darbukası aldım ve başladım büyük caz festivallerinde solo çalmaya. Bir baktım insanlara egzotik ve farklı geldi. Acemiydim ama yapılmamış olanı yapıyordum. 2001 yılında İstanbul’daki ilk konserimi Cemal Reşit Rey’de verdim. Ben hiç yılmadım ama bugün tüm dünya darbukayı biliyor. Saraylarda ve en iyi opera salonlarında o enstrümanı ve geleneğimizi yukarıya taşıdım. Halen de taşıyorum. Mertebe budur işte… Müziğimle dolaştım tüm kıtaları ama Türkiye gibi bir ülke yok.

30 yıldır Büyükdere’de yaşıyorsunuz. Peki, Büyükdere’ye yolunuz nasıl düştü?

Evet, onun hikayesini de anlatayım. Zürih’te yaşadığım evin sahibi bana Helmuth Karl Bernhard von Moltke’nin Sarıyer – Büyükdere hatıralarını anlattığı Almanca bir kitabını vermişti. Kitapta Büyükdere’yi öyle bir anlatıyor ki “Burası herhalde cennet olmalı” diye düşündüm. Kitap beni öyle bir etkiledi ki 30 sene önce Zürih’ten geldim ve Büyükdere’ye yerleştim. Zaten bir gün İstanbul’a gelirsem ve yaşamaya başlarsam Boğaz’ı görmem lazım demiştim. Büyükdere’de evimden gördüğüm manzaraya aşık oldum. 30 yıldır nefes aldığım Boğaz’ın incisi Büyükdere’de mahalle olarak birbirini tanıyan insanların bir arada yaşıyor olması hoşuma gidiyor.

İçerisinde olduğunuz sanat yaşamı sizi yoruyor mu, yoksa keyif mi aldırıyor?

Bu soruya geniş çaplı bir cevap vereyim. Derler ki; dünyada üç kategoride insan vardır. Birincisi “mutlu insanlar”, ikincisi “az mutlu insanlar”, üçüncüsü “mutsuz insanlar.” Mutlu insanlar sevdiği işi yapıp para kazanan insanlardır. Az mutlu insanlar sevdiği işi yapıp az para kazananlardır. Mutsuz insanlar ise sevmediği işi yapıp para kazanamayanlardır. Ben birinci kategoride yani “mutlu insanlar” içerisinde yer alıyorum. Müzik yaşamım bana çok keyif veriyor.

Oyunculuğa da hep merakınız varmış…

Ooo, hatta bazen müzikten daha çok öne de çıkıyor. Şimdiye kadar Türkiye’de 7 sinema filmi çektim, 2-3 dizide oynadım, 12-14 reklam filmi çektim. Fransa ve İsviçre’de de 2 filmim var ve 1 tane de Amerika’da çektim.

Peki; sinemada nasıl karakterleri oynamak hoşunuza gidiyor?

Dominant ve baskın karakterleri oynamak hoşuma gidiyor. Türkiye’de yer aldığım sinema filmleri içerisinde yönetmen Abdullah Oğuz’un “O Şimdi Mahkum” filmi var. Orada mesela mafya rolündeydim. Ama romantik de oynayabileceğimi söylüyorlar. Mesela yönetmen Sinan Çetin’in dramatik komedi filmi “Propaganda 2” de böyle centilmen bir rolde yer almıştım.

Hayatta sizin için en önemli şey nedir?

Sağlık…

Konser sahnelerinize çıkmadan önce belli kurallarınız var mıdır?

Sahneye besmele çekmeden asla çıkmam. Eğer unutmuşsam geri dönüp besmele çektikten sonra tekrar sahneye çıkarım. Ben annemin oğluyum ve duaları ondan öğrendim. Annem benim için çok değerlidir.

Müziklerinizin insanı alıp götüren hareketli bir ritmi var. Geleneksel ritimlerden de kopmuyorsunuz. Sizce müzikle insan psikolojisi arasında nasıl bir bağ var?

Bütün dünya müzik dinlediğine göre demek ki etkisi çok büyük… Bence en etkileyici sanat dalı müziktir. Mesela Osmanlı Devleti’nde müzikle tedavi vardı. Edirne başkent olduğu zamanlarda sarayın içinde her rahatsızlığa göre hastalara ayrı makamların dinletildiği hücreler vardı. Ben gittim ve inceledim. Gerçekten etkileyici…

Ne tür müzikler dinlersiniz?

Ben sabahları ruhumu günün yoğunluğuna ve yoruculuğuna hazırlayıcı sakin müzikler dinlerim. Yani sabahtan yormam beynimi. Akşam saatlerinde ise caz gibi keyif müzikleri olur. Günümün her anında müzik hep vardır.

Gelişen teknolojiyi müzik dünyası açısından nasıl değerlendiriyorsunuz? Geliştirdi mi yoksa eski şarkılardaki o duyguları yok mu etti?

Yok etti!… Her şey yediğimiz o sentetik yiyecekler gibi oldu. Bu yüzden de virüsler çıkıyor ortaya. Bir röportajımda bana “Türkiye’de pop tarzında kimleri dinlediğimi” sormuşlardı. Ben de “O tarz şeyleri dinlemiyorum” dedim. Dinlersem de seçici oluyorum. Ben dedim ya gelenekçiyimdir. Oturur Boğaz’a karşı hüzzam faslını dinlerim. Günümüzde fasıllar da makamlar da pek bilinmiyor. Hak ettiği değeri görmüyor. Gidişat iyi değil. Teknolojinin her alanda gelişmesi elbette iyidir. Biz de kullanıyoruz ama geleneği yani zeminimizi kaybetmemeliyiz!… Herkes bir sürat yarışı gibi müzik yapıyor ama ortada düzgün müzik yok, hatta gürültü var! Geleneksel ruhu yansıtan bir taksim veya bir ritim yok. Sosyal medyayı bir açıp bakıyorum kirlilik var. “Sen yine yoluna devam et” diyorum kendime. Önemli olan var olduğun alanda farkındalık yaratmaktır. Rahmetli babam derdi ki “Oğlum sen pekmezini iyi yap, sineği Bağdat’tan gelir.”

16 yaşında sanata yöneldiniz. Şimdi gençliğe bakınca sanatınızı devam ettirebileceklerinden ümitli misiniz?

Gençlerde çok meraklı ve iyi çalan bazı yetenekler var ama dilerim ki geleneğimizin farkına varıp onun üzerine çalışırlar. Hem teorik hem de pratik olarak çok iyi darbuka çalıyorlar ama geleneksellik yok. Dijital hayat birçok şeyi öğretiyor ama diğer taraftan da götürüyor.

Fransız gazeteciler tarafından “Darbukanın Şövalyesi” olarak adlandırılmışsınız…

Güzel iltifat! (gülüyor…)

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Uygulamayı Yükle

Uygulamamızı yükleyerek içeriklerimize daha hızlı ve kolay erişim sağlayabilirsiniz.