Türk edebiyatının usta yazarı Orhan Kemal bu yıl aramızdan ayrılalı 50 yıl oldu. Edebiyatımıza kazandırdığı eserlerini ve Cihangir’de bulunan “Orhan Kemal Müzesi” olarak kapılarını açtığı günden bu yana ziyaretçiler yazarı oğlu Işık Öğütçü’nün duygulu anlatımıyla daha yakından tanıyabiliyor.
Müzede yazarın edebiyatla dolu dolu geçen o günlerine yolcuğumuzun ardından İkbal Kahvesi’nde gerçekleştirdiğimiz sohbette sorularımı yanıtlayan Işık Öğütçü, gözleri dolarak 13 yaşında kaybettiği babasına olan özlemini dile getirdi. Öğütçü, “Her kitabının içinde mutlaka umudu görürsünüz. Hep söylerim; benim bir borcum var Orhan Kemal’e. Bu kadar sıkıntı çektiği halde elinde tuttuğu o mumla etrafı aydınlatan, mücadele eden ve bunu başaran Orhan Kemal’in geleceğe kalacağından eminim” dedi.
Orhan Kemal’i bir baba ve usta bir yazar olarak nasıl anlatıyorsunuz?
Edebiyatçıların Orhan Kemal’i bir yazar olarak anlatmaları belki kolaydır… Ben oğlu olarak o kadar teorik incelemeleri içinde değilim. Ama benim tarafsız bir okur olarak gördüğüm; insanlara çok rahat dokunabilen, onları eserlerinin içine çekebilen ve anlattığı her konunun veya hikayenin gerçekçi bir yanı olduğu halk tarafından da onaylanan olağanüstü bir kalem olmasıdır. Bir okur olarak şöyle bir baktığım zaman kitap beni içine alıyorsa, sürüklüyorsa ve ben kitabın içinde kendimi buluyorsam bana hayata dair çok şey veriyorsa o kitap benim başucu eserimdir. Babamın bütün eserlerinde bunları hep görüyorum.
Toplam kaç eser var?
Orhan Kemal bir derya. Babam, 1939 da başlıyor bu serüvene. Aslında biraz daha geriye gitmek lazım. Babam çok hoş biriydi. Şiirlerini, yazılarını yazıp, gazetelerde tefrika ettirdikten sonra da arkasını dönüp gittiği çok olmuştur. Gazetelerde, dergilerde kalan bayağı eseri var bu şekilde. Bütün o eserleri bulmak, bir araya getirmek de bana nasip oldu. Orhan Kemal Müzesi sürecinde benim çıkardığım 12 tane kitap var. Onları da katarsak 59 tane eseri var. Bazı eserlerini ince olduğu için mesela 3 eseri tek kitap halinde çıkardığımız “Kaybolan Romanlar” var. Yani kitap olarak sayınca 59’u görmeyebilirsiniz ama ben o eserleri de sayıyorum.
Orhan Kemal’i bu yıl 2 Haziran’da aramızdan ayrılışının 50. yılında andık. Edebiyatımızda yazarların bu şekilde zamana karşı yenilmeden ve unutulmadan ayakta durmasını sizce ne sağlıyor?
Aslında edebiyatımızda usta kalemlerin eserleri toplumun hafızasıdır. İyi bir okur, iyi bir araştırmacıysanız pek çok konuyu veya toplumsal gelişmeleri dönem romanlarından çıkarabilirsiniz. Orhan Kemal’in eserleri sosyoloji, hukuk, ekonomi, psikoloji, edebiyat gibi disiplinlerde çok işlendiğini ve bu konularda üzerine çok tezler yazıldığını biliyorum. O açıdan bir eserin yıllara yönelik kalması ve zamana karşı durabilmesinin nedeni de budur. Bir eser yazdığınızda kalıcı olmasının nedeni insana dokunması ve o dönemi size çok iyi yansıtmasıyla ilgilidir. Çünkü toplumcu yazar yaşadığı dönemi anlatır. Bilhassa da babamın eserlerinde şuna dikkat ediyorum, kamerayı omuzuna almış ve çekmiş!… Yani kameranın nasıl o anı yakalayıp bize anlatımı varsa Orhan Kemal’in de böyle… Ama tabi babamın bu konuda şöyle bir yaklaşımı da var, “Benim gerçekçiliğim fotoğraf gerçekçiliği değil” der. Çünkü orada kendi dünya görüşünü, politikasını, insanlara bakışını estetik bir anlatışla ve herkesin okuyabileceği bir kurguyla verebilmiştir.
Edebi eserlerin dizi ve filmlere uyarlanmasını nasıl buluyorsunuz? Kitabı okuduğumuzdaki etkiyi tam anlamıyla verebiliyorlar mı?
Tabi bunların hepsi ayrı disiplinlerdir. Yani bir dizi, film ve tiyatro bunlar apayrı yapılar. O açıdan bir romanın size bıraktığı tatla, dizide veya filmde aldığınız tat bambaşkadır. Bu açıdan ben şöyle yorumluyorum. Toplumsal hafızada yazarların tekrardan hatırlanması için bu dizi-filmler çok önemlidir. Bu konuda Orhan Kemal’in eserlerine aile olarak yaklaşımımız da bu şekilde. Tabi bazen okurlardan tepki geliyor ve “Hanımın Çiftliği kitap olarak kalsaydı niye dizi olarak verdiniz?” de diyebiliyorlar. Orada önemli olan durum şudur; büyük şehirlerde kitaba ulaşabilen bir kitle var. Anadolu’da kitaba ulaşmak zor. Herhangi bir ilimizde yaşayan kişinin evinde mutlaka televizyon var. Televizyonda seyrettiği Orhan Kemal’in dizisiyle, yazar hakkında bir fikri oluyor. Böylece Orhan Kemal hatırlanıyor. O hatırlanmanın neticesinde eğer o dizi-film kişinin hoşuna gidiyorsa “yazarın bir kitabını okuyayım” diyor. Ve kitabını bulup okuyor. 20 yıldır kitap fuarlarına gidiyorum. Kitap fuarlarında okurla sohbet ediyorum ve onlar neleri tercih ediyorlar, nelere ilgi gösteriyorlar hepsini görüyorum. Bunların ötesinde Orhan Kemal’i önerdiğiniz zaman seyrettiği dizi aklına geliyor ve “İzlemiştim iyi bir diziydi hadi bir de kitabını okuyayım” diyebiliyor. Kitabını okumaya niyetlendiği anda zaten hayatının değişmeye başladığı an oluyor…
Peki, Orhan Kemal kitaplarını hiç okumamış ve dolayısıyla onunla tanışmamış bir okura tavsiyeniz ne olur? İlk hangi kitabını okumalıdır?
Ben Orhan Kemal’in otobiyografik romanları olan kitapları öneriyorum. “Baba Evi-Avare Yıllar”, “Cemile”, “Dünya Evi” ve “Arkadaş Islıkları”. Bunlar 1914-1937 yılları arasını anlatan kitaplardır. O kitaplarda babamın, annemin ve dedemin hayatı vardır. Orhan Kemal’in hayatından kesitleri, o dönemi merak edenler bu kitapları okuyabilirler. Sonrasında da üstüne hangi kitabını okurlarsa okusunlar hepsinden keyif alacaklarını biliyorum. Çünkü okurla çok yakınım, dolayısıyla okurun etkilenmelerini, duygularını ve düşüncelerini anlayabiliyorum. Hele bir de orada bu sohbeti yapan kişinin Orhan Kemal’in oğlu olduğunu anladıkları anda o okurun bambaşka bir atmosfere girdiğini ve bambaşka duygular içinde olduğunu görebiliyorum. Katıldığım kitap fuarlarında bu sohbetlerimizde çok heyecanlanan hatta çığlık atan oluyor. Bir keresinde bir okurumuz geldi, o sırada imzada bir yazar varmış. İmza için bekleyenlerden oluşan yüz metre kuyruğu görmüş. O okur bana dedi ki, “Orhan Kemal yaşasaydı ve beş yüz metre imza sırası olsaydı beklerdim.” Bu beni mutlu etmek için söylenen bir söz değildi. Çünkü okur o kitapların içine girmiş, dolaşmış ve o kahramanlar yakını olmuş. Bunu yazan yazarı da akrabası olarak görmesi ve benimsemesi normal.
Orhan Kemal Müzesi’ni topluma kazandırdınız, yurt dışında kitabı çevrilen ikinci yazar olmasını sağladığınız. Bu edindiğiniz misyonlarla babanıza karşı bir sorumluluk da üstlendiniz. Bununla ilgili neler söylemek istersiniz?
Müzede bulunan babamın yatağında yattım, battaniyesini örttüm, daktilosunda çok yazı yazdım. Bizlerin ayrı odaları, ayrı eşyaları gibi lükslerimiz yoktu. Bir odamız vardı. Babam öldükten sonra ortaokuldan itibaren babamın odasında yattım, orada ders çalışırdım. Üniversiteye orada hazırlandım. Her dokunduğum eşyada babam var. 13 yaşında babamı kaybettim. Pek çok şeyi ona soramadım. Bu müzeyi kurmam aslında bir bakıma babamla kol kola dolaşmam oluyor. Müzeden içeri girip yalnız kaldığımda daktilosunun sesini yüksek sesle taklit ederim “dıgı dık dıgı dık..” diye. Dışarıdan birisi görse deli diyecek ama ben o sesle büyüdüm. O ses benim ninnimdi. Babam sabaha karşı dörtte, beşte kalkar o tıkırtıları çıkararak eserlerini yazıp, bizlerin bu günlere gelmesini sağladı. Hep söylerim benim aslında bir borcum var Orhan Kemal’e ve bu borcu ödüyorum. Üzücü bir şey tabi ama istediğiniz pek çok şey olmuyor. Okuduysam, ayakta duruyorsam, aydınlık dolu, kimsenin aç kalmadığı, sömürülmediği, hakkın, hukukun, adaletin yerinde olduğu bir dünya görüşüm olduysa bu Orhan Kemal kitaplarını okuyarak, hem de onun kitaplarının telifiyle yaşayıp bugüne gelmemizle oldu. Ben de daima ona, bu topluma ve edebiyat dünyasına karşı bir borcum var diye düşündüm. Bu borcu nasıl ödeyebilirim mücadelesini verirken benim istediğim bir şey yok. Heykelimin dikilmesini ya da kendi adımın bir yere verilmesini istemiyorum. Ama bu kadar sıkıntı çekerek elinde tuttuğu o mumla etrafı aydınlatan, daha iyi bir dünya için halkı adına mücadele eden ve bunu başaran Orhan Kemal’in geleceğe kalmasını çok istiyorum. Benim yaptıklarım yapılmasa kalmayacak mı? Tabi kalacak! Ama bazı şeyler ıskalanıyor maalesef… Benim okuduğum ve anladığım kadar eserleri okunup, keşfedilse, toplumun ileri gelenleri de Orhan Kemal’in bu toplum için çok büyük bir mücadele verdiğini, ileri gitmesini sağlamak için sanatıyla neler yaptığını göreceklerdir. Yeniden keşfedilmesi için bu mücadeleyi sürdürüyorum. Bundan sonra da ömrüm ne kadar sürerse bu çalışmaları yapacağım.
Orhan Kemal, oğlu Işık Öğütçü’yle daktilosunun başında yazarken bir röportajınızda “Orhan Kemal umudun yazarıdır” demişsiniz. Orhan Kemal’in kitaplarında gördüğümüz bu umudu usta yazar nasıl yaşatmış ve bu umut toplumda geleceğe nasıl aktarılmalıdır?
En kötü kahramanında bile bir aydınlık yanı, umut ışığını mutlaka gösterirdi. Siz bütün bu sıkıntıları yaşarsınız, yarı yolda pes edersiniz veyahut da günümüzde çok moda olduğu üzere daha iyi bir yaşam için kaleminizi satarsınız. Ama Orhan Kemal’de böyle bir şey söz konusu değildir. Yazdıkları hayatın ta kendisi. Herhangi bir şekilde amacı insanların duygularından faydalanmak, acındırmak ve ağlatmak değil. Yaşam mücadelesini gerçekçi şekilde göstermektir onun amacı. Her kitabının içinde mutlaka ve mutlaka o umudu görürsünüz. Mesela kadın kahramanları çok önemlidir. Kadın kahramanlardaki umut erkeklerden çok daha fazladır. Eserlerindeki olay örgüsünü anlatırken zaten sizi düşünceye sevk eder. Yani eserlerini ciddi anlamda okursanız bir süre sonra düşünmeye başlarsınız. Bu düşünce sizi umuda, iyimserliğe, iyiliğe, merhamete ve vicdana doğru yönlendirmeye başlar. Nazım Hikmet de aynı babam gibi aydınlık bir insandı. İnsana güvenen bir kişiydi ve umutsuz da asla değildi. Şöyle bir sözü vardır Nazım Hikmet’in; “Karamsar olmak için her türlü sebep mevcuttur ama umutsuz olmak için bir tek sebep bile yoktur” . Bu çok güzel bir saptamadır aslında… Yaşantımızda elbette her zaman mutlu değiliz. Pek çok sıkıntımız var ve mücadele ediyoruz. Geçim sıkıntısı olabilir ya da başka sıkıntılarımız olabilir. Ama bu kadar karamsar tablonun içinde yüreğimizde bir ümit hep olacaktır. Bir gün bunların değişeceğine, mutlaka bu ülkeye o istediğimiz hak hukuk adalet güneşinin geleceğine, insanların ezilmeyeceğini ve sömürülmeyeceğine inanıyorum… Umut sadece hayal kurup umut etmek değildir. Yaşayarak, hayatın içinde o insanları tanıyarak ve o insanlara bir takım olumlu çalışmalar yaparak, fikirler vererek düşünmelerini sağlayabilirsiniz. Bu çok uzun bir süreçtir, sabır ve kararlılık ister. Çok bilinen klasik hikayedir; deniz yıldızlarından binlercesi kumsala vurmuştur. Adamın biri o deniz yıldızlarından bir tanesini alır ve denize atar. “Niye attın bunu bak binlercesi var, hepsini kurtaramazsın ki” derler. Adam ise “Bir tanesini kurtardım ya” der…
Orhan Kemal aramızdan ayrılalı 50 yıl oldu. Müzeye yazarı anmak için ziyaretler gerçekleşti. Sizce bir yazarı daha iyi tanıyabilmek için müzesi nasıl gezilmelidir?
Yazar hakkında hiçbir şey bilmeden gelenler burada bir zaman tüneline girmiş oluyorlar. Çünkü müzede gördükleri objelerle ilgili mutlaka dedeleri ya da büyükleriyle ilgili hatıraları vardır. O objeler insanları zaten zaman tüneline geçirip belli bir tarihe taşıyorlar. Orhan Kemal kitaplarını okuyan ve bilinçli olarak gelenler de zaten o resimlerin, o objelerin ne olduğunu ve odasının neler anlattığını çok iyi biliyorlar. Zaten bir yazarın en önemli alanı onun yazı tanrısıyla buluştuğu odasıdır. Odanın sadeliği, odanın içinde bulunan o daktilosu, okuduğu kitaplar, yaptığı araştırmaların neticesinde belgeleri o yazarın nasıl bir yazı temposunda olduğunu ziyaretçiye gösteriyor. O açıdan bana bir abimiz söylemişti; “Müzeye gelirken sadece müzeye geldiğinizi bilirsiniz ama müzeden çıkarken Orhan Kemal’le kol kola çıkarsınız.”
Anma yıl dönümlerinde kendi kendinize kaldığınız zaman nasıl anarsınız genellikle…
Babama hep bir hayranlığım vardır. Çok güzel ve çok kolay yazdığı için hatta bazen beni de yazayım diye teşvik eder. Ama aslında çok zordur. “Bunu ben de yazarım” dediğiniz o cümleleri yazamaz ve oturtamazsınız. Babamın yazma tekniğini abimle hayranlıkla konuştuğumuz çok sohbetlerimiz vardır. Bambaşka değişik yazarlar bunlar. Her ülkeye birkaç tane nasip olur. Bu iyi yürek yazarlar geldiler, yazdılar ve gittiler.
Geçmişle günümüz edebiyatını kıyaslayacak olursak neler söylersiniz?
Bazen “duygular yok oluyor” diyoruz ya, yaşamın tek düzen gitmesinden kaynaklanıyor. Duyguyu verebilmek için yaşamak lazım. Üstadın bütün eserlerinde yaşanmışlıklardan iz bulursunuz. Herhangi bir kurgu ya da birisi anlatmış da yazılmış değildir. Okur bu samimiyeti bulur o kitaplarda, yazar atıyor mu, yalan mı yazıyor yoksa gerçekten bunu yüreğinde duyarak mı yazıyor, okur bunu anlar. Okuru kandıramazsınız. Günümüzdeki eserlerde sanki biraz bu var gibi. Samimiyet eksik. Yeni bir okur kesimi var. Onlar da beğenerek bu yeni nesil kitapları okuyorsa kıyaslamaya gerek yok demektir.
Günümüzdeki okuma alışkanlığını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Aslında okullarda öğretmenler öğrencilere sürekli ödev verip okutuyorlar. Yani gençliğin okuduğunu görüyorum. Ama “nitelikli” mi okuyor yoksa reklamın etkisiyle mi okuyor bu tartışılır. Ben kitap tercihlerine bir eleştiri getiremem. Bir kitabın kapağı hoşuna gidip okuyabilir. Ama mutlaka ülkemizin yazarlarını da okumaları gerekir. Orhan Kemal’den kitap önermemi istediklerinde de yaşına, tercihine veya isteğine göre kitap öneririm. O kitabın okuyucuyu etkileyeceğini bilirim.
Orhan Kemal’in Sarıyer’de geçen bir anısı var mı hatırladığınız?
Babam hem İstanbul’da hem Türkiye’de bütün insanlara dokunmuştur. Turhan Günay anlatmıştı şöyle bir anıyı; babam ve arkadaş gurubu, Sarıyer’den bir Pazar sabahı tekneyle balığa çıkmışlar. Turhan abi de galiba ya o teknedeymiş ya da sonra onları balıktan döndüklerinde görmüş. “Bana da bir tane balık vermişlerdi” demişti.