Mustafa Kıran: “Oyunculuk bana heyecan ve renk katıyor”

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Camdaki Kız dizisinde hayat verdiği “Galip Bey” karakteriyle hafızalarımızdaki yerini alan Mustafa Kıran ile dizinin heyecan dolu final bölümünün ardından Büyükada’da bir araya geldik. Kendisi yaşamındaki mütevazılığını 8 dil bilen bir tercüman, yazar, oyuncu ve radyo programcısı olarak taçlandırmış! Üstüne üstlük tüm bunlara bir de senaryo yazarlığını ve koristliği eklemiş önemli bir isim…

Çok yakında okurlarıyla buluşturacağı “Bugün Aşktan Bile Güzeldir” kitabının heyecanını da ilk kez bu keyifli sohbetimizde paylaşmış olduğunu söyleyen ve “On parmağında on marifet” deyimini aratmayan Mustafa Kıran; “Zamanla sevgi insanı olduğumu öğrenmeye başladım. Yazarken kendi felsefemi ve hayata bakış açımı ortaya koymayı, ayrıca hayata hep umut dolu bakmayı seviyorum. Çünkü ardımda tebessüm bırakarak hep umutlu bir insan olarak anılmak isterim. Hayatın ve insanların karşısında ilham alıyorum. Oyunculukta ise kendimi bir rolün içinde görüp başka bir karakter olabilmek bana değişik bir dünyayı tanıma renkliliği ve heyecanı katıyor. Bunu bir kez yaşayınca da zaten oyunculuğun tadına doyulmuyor. Benim ilk bölümünden sonuna kadar en yakından şahit olduğum dizi projesi Camdaki Kız oldu. Güzel işler yapmak için bir araya gelen bu ekip son sahneye kadar büyük bir özveriyle çalıştı” diye konuştu.

Öncelikle bu keyifli röportaj için size, okurlarımız adına teşekkür ederim. İlk kez röportaj kaynağıma hangi soruyu sormakla başlayacağımı bilemedim desem inanır mısınız?

İnanırım! Ben yardımcı olmak da isterim. Öncelikli olarak yabancı dil öğrenme serüvenimden başlayabiliriz…

Nasılsınız, hayat nasıl gidiyor?

Vallahi hayat çok güzel… Mutluyum! Beni en çok mutlu eden zaten bu hayatta sevdiklerim, ailem ve de hobilerim oldu. Bunları ayrı ayrı kefeye koyuyorum ama birleştirdiğimde benim yaşama bakış açım, yaşama sevincim ve kaynağım ortaya çıkıyor. Zaten bu nedenle değil midir ki şu röportajı yapıyoruz…

O halde en baştan başlayalım, Mustafa Kıran kendisini nasıl anlatır? Yaşama kattıklarıyla nasıl hatırlanmak ister diyelim…

Ben zamanla ve yaşadıkça sevgi insanı olduğumu öğrenmeye başladım. Aslında sevgi insanı olmak ve yaşam coşkusuyla dolu olmak hepimizin içinde olan bir kaynak. Ama bunu hayat mücadelelerinden dolayı geç fark ediyoruz. Ben de bunu pek erken keşfedemeyenlerden biriyim. Belki de keşfettim de benim haberim yok! Akıllarda tebessüm bırakan bir insan olmak istiyorum. Mustafa Kıran denilince sık sık tebessüm eden, zaman zaman güldüren, birlikte eğlenceli vakit geçirdiğimiz ve birlikte güldüğümüz bir isimdi diyebilmeli insanlar… Çok güzel bir söz de vardır. “Birlikte gülemediğin ve anı bırakamadığın insanları sevemezsiniz!” Ne kadar çok ortak gülümser ve gülersek o kadar çok anımız olur diye düşünüyorum. O kadar da sevgimiz artar. Bu şekilde hatırlanmak isterim… Onun dışında tabi yaptıklarımın yönünden de çok kuvvetli bir oyuncu ya da yazar denilmesinden ziyade insanlara kendimi izletip okutabilmişsem, bir şeyler verebilmişsem ‘ne mutlu bana’ derim. O şekilde hatırlanmak çok güzel bir duygudur.

Size “On parmağında, on marifet” desek bence hiç yanlış olmaz. Kaç dil biliyordunuz?

Okul yıllarıyla beraber en çok sevdiğim hobilerimden yabancı dile eğildim. Ne şanslıyım ki ailem beni bir yabancı okula gönderdi. Avusturya Lisesi’nde Almanca ile yabancı dil serüvenime bir start vermiş oldum. Okuldaki eğitimden dolayı Almanca’nın yanına İngilizce de geldi. Okuldan sonra “1 dil 1 insan” projesine dahil olabilmek için hoşuma giden dilleri öğrenmeye çalıştım ve kendi kendime bunları başardım diyebilirim. Fransızca’nın yanı sıra Portekizce’yi tamamen kendi kendime öğrendim. Latin grubu olduğu için onun yanına İspanyolca ve İtalyanca’yı da ekledim. Elim değmişken Hollandaca ve Yunanca’yı da bari öğreneyim dedim! Aldığım kitaplarla yabancı dilden Türkçe’ye çeviriler yapıp kendi kendime böyle bir dil koleksiyonu yaptım. Kısacası Almanca, İngilizce, Fransızca, İtalyanca, İspanyolca, Portekizce, Flamekçe ve Yunanca biliyorum.

8 dili öğrenmek ne kadar zamanınızı aldı ve size neler kattı? Nasıl bir yöntemle öğrendiniz bu kadar çok dili?

Okuldan olduğu için bir temelim vardı ama Almanca, İngilizce ve Fransızca dışındakileri kendi özel merakım, hobim ve hevesimle öğrendim. Şöyle ki mesela Portekizce dilini sırf Brezilya’ya gitmek ve oradaki insanlarla anlaşmak için öğrendim. Hatta babam bile “Sadece İngilizce’yi bilmek icabında yeterli olabilir. Niçin Portekizce öğreniyorsun?” dediğinde, “Onların dilini bildiğimde herkesle konuşabilirim ama genel bir dili bildiğimde kaç kişi biliyorsa o kadar kişiyle konuşabilirim” şeklinde yanıtladım. Maç kuyruklarında beklerken, otobüslerde, tramvayda ve vapurda yolculuk ederken… Her gün tekrar yaparak, her yerde elimde taşıdığım sözlüklerle ve gramer kitaplarıyla o zamanlar pek bilinmeyen Portekizce dilini öğrenmiş oldum. Maç kuyruklarında beklemelerimi yabancı dil öğrenerek değerlendirdiğim vakitlerde nereden bilebilirdim ki bu dil beni o stadın içinde profesyonel olarak görev yapmama sebep olacak. Kısacası boş vakitlerimde öğrendiğim dil beni profesyonel olarak Fenerbahçe’de tercümanlığa kadar götürdü. Gece gündüz onunla yatıp kalktım ve nereye gittiysem götürdüm. Yolda yürürken bile öğrendiklerimi tekrar etmekle geçerdi… Tabi bunun için özel defterler hazırlamıştım. Gramer olarak yabancı kelimeleri veya fiil çekimlerini küçük kağıtlara yazar yolda ezberlerdim.

Peki, öğrendiğiniz dillerin sizinle yaşayabilmesi yani unutmamak için neler yapıyorsunuz? Hafızanızı nasıl güçlü tutuyorsunuz?

Özellikle Portekizce’nin üstünde çok duruyorum. Çok faydasını gördüğüm ve değerlendirdiğim en büyük dil Portekizce olmuştur. Çünkü bu sayede Fenerbahçe’ye girdim ve 3 ayrı dönem tercüman olarak çalıştım. Gerek futbolcular gerek müzisyenler olsun ülkemizi gelen tüm Brezilyalılarla ben ilgilenirdim. Uzun yıllar Brezilya Büyükelçiliği’nde Brezilya fahri konsolosu olarak çalıştım. Oradan emekli oldum. Onun dışında 7-8 kere Brezilya’ya gidip geldim. Şu anda da halen hobi olarak pratiğimi yaparak dili unutmamak için elimden geleni yapıyorum. Ama tabi ki 8 dil bilince hepsini bir anda ya da her gün sıralı bir şekilde pratik edemiyorsunuz. Hangisi gerekli olursa ona eğiliyorsunuz. Hafızamı pratik yaparak güçlendiriyorum. Bir dili unutmaya başladığımda hemen o dille ilgili kitaplar alıp, eski gramer kitaplarını karıştırıp zihnime bir tazeleme yaparım. Başka dili ihmal ettiğimi hissettiğim anda tekrar onun altını açarım ki biraz daha pişsin, biraz daha hafızam hazırlansın… Buna yönelik kitaplar ve yazılarım çok olduğu için onları okumam da pratik yapmamı sağlıyor.

Dil öğrenmek isteyenlere tavsiyeleriniz neler olur?

Öğrendiklerini hem yazılı hem de sözlü olarak bol bol pratik ve artı tekrar yapacaklar. Ben kendi kendine dil öğrenmek açısından örnek olabilirim ama bu herkesin eşit şekilde öğrenebileceği anlamına gelmez. “Bize ne tavsiye edersiniz?” sorusuyla çok karşılaşıyorum. “Öğrenemiyoruz” diyorlar. Bir takviye almalarını öneririm. Kitaplar alarak ve sık sık kendimiz de tekrar ederek. Hep dediğim yere geliyoruz onunla yatıp onunla kalkarak… Bir dili öğrenmek istiyorsak sürekli onun üzerine eğilmemiz ve onunla arkadaş olmamız lazım… Gerekirse 24 saat! Yani uykuda bile, hatta mümkünse yapacağınız işleri o dilde öğrenmeye ve gün içerisinde o dilde konuşmaya çalışın. Bu da benim yaptığım taktiklerden biridir. Hep Türkçe değil öğreneceğimiz yabancı dilde de düşünmek ve konuşmayı düşünmek bile çok önemli. Onu düşündüğünüz ölçüde ve bildiğiniz kapasitede pratik yapmış kadar oluyorsunuz.

Fenerbahçe’de uzun yıllar tercüman olarak yer aldınız. Tecrübelerinize dayanarak tercüman olmak için ilk şart ne olmalı dersiniz?

Spor tercümanı olabilmek için yeterli dil önemli ama yeterli dil de yetmeyebiliyor… Çünkü insanlık dili yani hayat dili denilen bir şey var. Öncelikle bu hayatın dilinden konuşacaksınız. Kelimeleri motamot çevirip “gerisine karışmam” demek değildir! Onu gerekirse yumuşatmak, gerekirse ufak eklemelerle daha anlaşılır hale getirmek… Yapmakta olduğunuz branşın içeriğine uygun bir çeviriye dönüştürebilirsiniz. O da kelimesi kelimesine değil o mesleğin içeriğinin emrettiği şekilde olayı bilmeniz ve hakim olmanızı gerektiriyor ki konuyla ilgilenen kişilerin anlayabileceği bir çeviri ortaya çıksın. İnsanlık dilinin yaklaşımı, söyleyiş ve üslup da çok önemlidir. Siz orada bazı insani değerleri atlayarak çeviri yaptığınızda bazılarına önemsiz gelse de rahatsız edebilir. İşte bu da bizim günlük hayatta kullandığımız dildir. Bunu kaba bir şekilde ya da kafanıza göre çevirinin bazı bölümlerini sivriltip ya da yumuşatarak değil ‘olması gerektiği şekilde’ ama insani bir şekilde yapabilirsiniz. Kendi istediğiniz şekilde onu yükseltip alçaltamazsınız. Ciddi durumlarda sizin istediğiniz gibi değil konunun içeriğinin talep ettiği yaklaşımla girmelisiniz. Siz hoşlanmıyorsunuz diye yapılan şeyleri sert vurgulayamazsınız. Orada karşı taraftaki kişinin ruhuna, diline, özüne inip onun ağzından söylemiş olmalısınız. Ama o tercüman kaba bir şekilde çeviriyorsa da yapacak bir şey yok tabi ki… Onu da üslubu düzgün olduğu sürece içeriği bozmadan yapabilirsiniz. Burada doğruları yanlış, yanlışları da doğru göstermekten de asla bahsetmiyorum. Böyle bir şey çok çok yanlış! Zaten bize de hep yeminli tercüman derler. O yemin bizim işe bakış açımız olmalıdır. Burada bizim vicdanımızda olan doğruluk payıdır. Doğruluktur gerçek yemin. Kendi içimizdeki vicdanımızı konuşturursak gerçek doğru bir tercüme olacaktır. Yanına insanlık ve hayat dilini eklersek harika bir tercüme olarak ortaya çıkar. Yüzde yüz hatasız bir tercüme de yoktur. Ufak tefek hatalar olabilir. Bunları da hoş karşılamak gerekir ama dediğim gibi içeriğini bozmamak çok çok önemlidir. Karşındaki kişiyi anlamak çok önemlidir. O insan nasıl söylemişse onu vurgulamak durumundasınız.

Ve, edebiyat yaşamımızın olmazsa olmazıdır değil mi? Bir yazar olarak keyifle okunan kitaplarınız da var. Edebiyat hayatına nasıl adım attınız?

Yabancı dil merakı bir yere kadar sürdü. En azından daha fazla dil öğrenmek yerine başka konularla da ilgilenmeye başladım. Çünkü hayata da biraz sırt çevirmiştim. Sırtınızı yaptığınız bazı şeylere dönmezseniz yeniliklere kendinizi açamazsınız. Geride ve eksik kalırsınız. Hep aynı yerde sayıklarsınız. Zaten ben yabancı dilimi geliştirmek için zaman zaman çalışmamı yapıyorum ama hayata biraz daha bakma ihtiyacı hissettim. Eksik kaldığım konuları gördüm. Bu arada okumanın ve yazmanın ne kadar önemli olduğunu gördüm. Hele yazma merakımın ortaya çıkmasıyla zamanımın büyük bölümünü yabancı dilden çok okumaya ve yazmaya verir oldum. Yazma merakı benim son 20 yılımı alan bir süreç. Bol bol yazıp, bunları kitaba çevirip devam ediyorum. Edebi yönümün ne olduğu tartışılır ama ben zaten kendime edebiyatçı demek istemem. Başkaları yazdıklarımı eğer takdir ediyorlarsa onlar benim adıma yorum yapabilirler. Ben sadece yazıyorum ve kendime ‘yazar’ diyorum.

Kaç kitabınız var? Kitaplarınızda genellikle yaşanmış öykülerden mi yoksa kurgudan mı yola çıkıyorsunuz?

15 kitabım oldu ve 16’ıncısı “Bugün Aşktan Bile Güzeldir” de yolda… Neler yazıyorum! Bunların çoğu anılarım, hayata bakış açım ve kişisel felsefemdir diyebilirim. Tabi bu arada mizaha da çok büyük bir ağırlık vererek mizahla ilgili çok kitap yazdım. Son yıllarda da denemeler adı altında kurgulu hikayeler yazıyorum ama bir tanesi yarı yarıya gerçek bir hayat hikayesi diyebilirim. Kısa kısa öyküler de yazıyorum ama mizaha çok önem verdiğim için şu aralar özellikle mizah, felsefe ve hikayenin yoğrulmasıyla harmanlayıp belirli bir noktaya gelmesiyle kitaplarım ortaya çıkıyor. Yazarken kendi felsefemi ve hayata bakış açımı ortaya koymayı, ayrıca hayata hep umut dolu bakmayı seviyorum. Çünkü arkamdan hep umutlu bir insan olarak, yani karşımdakine olumsuzluklar yansıtan değil hep olumlu ve hep pozitif düşünmeye çalışan biri olarak anılmak isterim.

Sizin için bir duygunun ya da bir durumun hikaye edilerek yazılmaya değer olması için neler gereklidir?

Benim için yaşadığımız toplumun özelliklerini içinde tutan ve topluma hiç yabancı gelmeyen deyimler, özdeyişler önemlidir. Kitaplarım toplumun geleneğini yansıtan ama birebir katılmayan, özeleştiri yapmayı çok seven ve bütün bunları yaparken mizahı hep ön planda gören, toplumumuzda yaşadığımız mizahi olayları kendine örnek alıp kurgusal ve de yaşamsal bazı mizahi gereksinimlerimi bizi de ortaya katarak yaptığım çalışmalardır. Genelde hayatımızın ve toplumumuzun dayanakları, jeopolitik, ekonomik ya da duygusal her alanda yaşadığımız her şeyi politika ve din konusuna girmeksizin kaleme almayı seven bir kişiliğim var.

O halde okurlarınıza müjdeyi şimdiden verelim… Yakında çıkacak olan yeni bir kitabınız var mı?

“Bugün Aşktan Bile Güzeldir” Temmuz’un sonunda inşallah bir yaz kitabı olarak raflarda yerini alacak ama inşallah yaz kış okunur. Sonra aklımda yabancı dillere çevirisi de var.

Genellikle kitaplarını nasıl yazan bir kalemsiniz? Size neler ilham verir?

Çok güzel bir soruya değindiniz! Kapanıp birdenbire yazabilirim, saatlerce ya da dakikalarca bir sayfa yazıp bırakabilirim… Ama daha sıklıkla yaptığım hiçbir plan ve programa uymaksızın tamamen doğaçlama, spontane diyelim aklıma geldikçe, ilham geldikçe ve beynimde ışıklar yandıkça yazmaktır. Topluma, insanlara, doğaya ve kendi yaşadıklarıma bakıp yorum yapabildiğim anda ister vapurda olayım ister yürüyor olayım ister bir konserde olayım mutlaka kalem kağıdımı çıkartıp yazarım. En azından küçük notlarımı alırım ve onu kendimle baş başa kaldığımda temize çekip bilgisayara dökerim. Yani her yerde yazarım! Kağıt kalemle yazmak bana bilgisayar başına geçip yazmaktan daha çok ilham veriyor. Çünkü belirli bir konuyu kaleme alıp yazmak istediğimde o yazma sürecinde çok ilginç bir ilhamla mutlaka arkası geliyor ve yeni noktalar açılabiliyor. Oysa bilgisayarda yazmak istediğimde sadece yazmak istediklerimi yazabiliyorum ve beyin daha ötesini kabul etmiyor. Bilgisayarda teknolojik bir ortamda motamot yazıyorum ve işte bu kadar diyor! Bilgisayar karşısında duyguyu katamıyorum, sadece önceden yazdıklarımı ve hazır hale gelmiş bir duyguyu yazabiliyorum. Çünkü bilirim ki çıkış noktam bilgisayar değil ve benim iç dünyam, özüm ve hayata bakış açım bilgisayarda yok… Bilgisayarın karşısında değil de hayatın ve insanların karşısında ilham alıyorum. İnsanlara bakıp tipler yaratabiliyorum. Onlardan coşku alabiliyorum. Üzüntüyü de bana geçirebiliyorlarsa oradan da yola çıkabiliyorum ama hepsinin çıkış noktası hayatın içidir. Zaten şöyle bir prensibim vardır. Ben bilgisayar karşısında pinekleyerek değil hayatın başında nöbet bekleyerek kitaplarımı yazmak isterim. Zaten bunun farkına vardığımdan beri yazabilmek için tamamen hayatın başında nöbet bekliyorum…

Yazmayı hedeflediğiniz kitap sayısı var mı?

Öyle bir derdim yok ama imkanım olsa her ay bir kitap çıkarmak isterim. Yazacaklarım ve söyleyeceklerim bitmiyor! Bitmediği sürece de insan hep kitap yayınlamak ister. Artık içimde tutamayacağımı hissettiğimde bunu insalarla paylaşmak isterim… O kadar çok yazı oluyor ki hangi birini toparlayıp basabileceksiniz. Bir de şöyle bir durum var. Kitap sayısında çok fazla rekora oynamak istemeyişimin sebebi insanların okuma alışkanlığının olmaması ve ülkemizde bu konuda çok öksüz kalıyor olmamızdır. Sarıyer’deki okurlarımıza müjde olarak yeni kitabımı da konuştuk. Keşke şu müjdeyi alan çok insan olsa… Merakla yeni çıkacak kitabı bekleyen insanları tanımak ve gözlerinin içindeki okuma sevincini görmek de müthiş bir mutluluk olsa gerek!

Öyleyse radyo ve televizyon programcılığınıza gelelim… Hangisi size daha çok keyif veriyor?

Radyo daha çok keyif veriyor. Çünkü zatıalinizle de yapmış olduğumuz Ulusal Radyo’daki programınızda bana radyoculuğu sevdiren kişilerden sevgili Uğur Atis ile bir araya geldiğimizde bunu hep daha çok hissediyorum. Sevdiğim insanlarla bir arada olmak bana çok büyük keyif verir. Fırsat olsa ‘Niye radyoculuk yapmayayım’ dedirtebilecek bir ortamdır… Programa konuk gittiğim günlerde de kendimi program yapıyor gibi hissederim. Radyo kendini daha özgür ve sınırsız olarak ifade etme sanatıdır. Televizyonda bakışınıza, görünüşünüze ve belirli şeylere dikkat etmek zorundasınız. Ama televizyonun da şöyle bir güzelliği var. Bazı duygularınızı bire bir geçirebiliyorsunuz. Her ne kadar siz görmeseniz de “izleyiciler bana bakıyorlar, ben de onlara bakıp gülümseyeyim” diye düşünüyorsunuz.

Radyoda ve televizyonda mesleki başarıya giden yol sizce nedir?

Ben bu konuda alaylıyım ama kendimi yetiştirdim. Futbol, müzik, mizah ve söyleşi alanında radyo programları yaptım. Yani radyoculuğa daha çok zaman ayırdım. Spor programı da yapıyordum, müzik sevgime de yer veriyordum. Sonra bir ara bahsederim. Ben çok müzik dinlerim ve piyano da çalarım. Halen Dragos Musiki Derneği’nde koroda yer alıyorum. Bunun dışında piyano çalıyorum. Bestelerim de var. Müziğe hayatımda amatör bir şekilde yer veriyorum. Power FM’de Çok uzun süre Cem Ceminay ile program yaptım. Yaşam Radyo, Best FM gibi radyo frekanslarında da programlarım oldu. Televizyon kanallarına ise Fenerbahçe’deyken çevirmen olarak davet ediliyordum. Kanal 6’da ‘Sülale Boyu Futbol’ programım oldu.

Gelelim son zamanların ekranlarda en çok izlenen dizisi, gerçek hayat hikayesinden yola çıkan Camdaki Kız’a… Orada sizi hangi rolde izlemiştik okurlarımıza hatırlatalım mı?

Orada Rafet Bey’in yardımcısı, muhasebecisi ve en eski çalışanı “Galip Bey” karakteriyle yer aldım. Dizinin 3 sezonunda yer aldım. Çok güzel bir beraberlik oldu ve kendimizi aile gibi hissettik. Benim en büyük oyunculuk deneyimimi kazandığım dizidir. Çok büyük bir rol olmamasına rağmen bana çok büyük deneyimler kazandıran çok güzel bir kadrosu vardı. Gerek oyuncular gerek çalışanlar olarak hiç unutamayacağım ve hiç bitmesin diyeceğim bir sezon geçirdik. Dizide ben her hafta yer almıyordum ama yaklaşık 30 bölüm de olmuştur.

Peki, dizilerde rol alma serüveninize bakacak olursak sizi daha önce hangi rollerde izlemiştik?

Dizilerde oynamaya 2013 yılında başladım. İlk olarak Arka Sokaklar’da yer aldım. Sonrasında Muhteşem Yüzyıl’da Cenova prensiydim. Kösem Sultan’da papa rolündeydim. Bana birçok dizide hakim, zaman zaman avukat, bol bol da doktor, iş adamı ve baba rolleri geldi. Bence bir oyuncu “ben bu rolü istemem ya da yapamam” dememelidir. Elbette senaryo ya da proje zaman zaman içine sinmeyebilir. Ancak hiçbir zaman bana gelen rolleri reddetmedim. Yapımcılar tarafından o role uygun görülmüşsem bir şekilde ben bunu ben kıvıracağım demektir! 4-5 sinema filmi projem de oldu. Kıbrıs’ta geçen bir hikaye olan Şaşkın Damat sinema filminde İlker Ayrık’la beraber oynamıştık. Çok güzel bir projeydi ama pandemi nedeniyle tam 3 yıl beklemek durumunda kalmıştı. Reklam filmlerinde de yer aldım ve halen de alıyorum. Yani reklam gibi olmasın ama reklamlarda da oynuyorum… (gülüyor)

Türkiye’de çok izlenen diziler başarısını sizce neye borçlu?

Benim ilk bölümünden sonuna kadar en yakından şahit olduğum dizi projesi Camdaki Kız olmuştur. İlk bölümünde de hiç unutmam çok büyük bir heyecan yaşamıştım… Bence bu başarı en başta yapımcısı OGM Pictures’dan başlayarak hiçbir fedakarlıktan kaçınmamaları, çok iyi bir ekip ve çok iyi bir oyuncu kadrosu yaratmalarıdır. İyi senaristlerle çalışmalarıdır. Zaten diziye konu olan roman Gülseren Budayıcıoğlu’nun kaleminden çıkmış ve kendisinin de bu konuda ne kadar usta olduğu hepimizce biliniyor. Ve dizinin yönetmeni Nadim Güç’ü de asla atlamadan, bu ekip bir arada oldukça ilk bölümden itibaren çok büyük bir hassasiyetle bu dizinin ilerlemesi, gelişmesi ve başarılı olması için kolları sıvamıştır. Güzel işler yapmak için bir araya gelen bu ekip son sahneye kadar büyük bir özveriyle çalıştı. Ben ana oyuncular kadar onların yanında olamasam da kendi gözlerimle tanık oldum. Bu başarıyı ben bir de ekibin birbirini sevmesi, arkadaş olması ve set aralarının da keyifli geçmesine bağlıyorum.

Bir role hazırlanırken genellikle neler yaparsınız?

Bana bir rol teklifi geldiği zaman ilk önce “ben bunun altından nasıl kalkarım?” diye kafamdan tasarlar ve söyleyeceğim sözlere bakarım. Bunları nasıl ezberleyebileceğimi hemen kafamda kurgularım. Şu ana kadar aksiyonlu roller gelmediği için rahatlıkla kabul ettim. Ancak bundan sonraki tekliflerde aksiyon olduğunda biraz daha düşünmem ya da çalışmam gerekecek. Bunun örneğini bir dizinin Kapalıçarşı’da çekilen sahnesinde yaşamıştım! İki esnaf arasında bir kavga çıkıyor ve yaz sıcağında oluyor bu olay… Ben de orada hazır bulunan esnafla ilgili bir derneğin başkanıyım ve dizideki görevim de bu kavgayı hemen ayırmak! Fakat ben hayatımda hiç kavga etmediğim ve kavga da ayırmadığım için o sahnede başlangıçta yeterince başarılı olamadım… Hatta yönetmen Mustafa abi “Sen hayatında hiç kavga etmedin ya da kavga ayırmadın herhalde!” deyince, “Vallahi yapacağız bir şeyler” dedim… Bunun üzerine bana “Kavga öyle ayrılmaz böyle ayrılır” diyerek bir örnek gösterdi ve fiili olarak beni çalıştırmış oldu. Ben kavgayı her iki tarafı iterek değil de çok insani bir şekilde ayırmaya çalışıyormuşum! Kavgayı ayırabilirim sanmıştım ama bilememişim. Bundan sonra böyle bir sahne geldiğinde daha profesyonelleşmiş olacağım. Dolayısıyla bazı dersleri sette yaşadıklarınızla ve kendinizi eğiterek de alıyorsunuz.

Oyunculuğun en sevdiğiniz ve sevmediğiniz yanı nedir?

En sevdiğim yanı teklifin geldiği ilk anda onur duymaktır. Ardından nasıl oynayacağıma dair düşünerek ezberi oturtmaktır. Birkaç kez nutkum tutulup heyecandan unutacak noktaya geldiğim de elbette olmuştur. Çünkü kendi kendime onca tekrarı yapsam da bunu kamera karşısında yapmak bazen düşünüldüğü kadar kolay olmayabiliyor. Hoşlanmadığım tarafı ise tam tersine heyecan değil! Çünkü o heyecan beni diri tutuyor. Heyecan hep olmalı… Çekimlerde saatlerin belli olmaması tabi ki biraz yoruyor. O da katlanılacak bir durum. Beni tek beni yoran inanır mısınız şu kıyafetler giyerken kaç bedene ihtiyacım olduğunu aramak! Yani sette kıyafetten tıraş olmaya kadar geçen tüm hazırlanma süreci! Bu beni biraz yoruyor…

Peki, heyecan demişken bununla ilgili unutamadığınız bir anınız da oldu mu?

Hiç unutmam Fenerbahçe’ye yeni başladığım dönemde Kanal D’den Can Tanrıyar’a ilk röportajımı verecektim. Yanımda Fenerbahçe’nin dünya şampiyonu hocası var ve herkes heyecan içerisinde yayın anını bekliyor. Canlı yayına bağlanmak için artık son saniyelerdeyiz ve o anlarda Can Tanrıyar bana dönüp “Daha önce röportaj yaptın mı?” dedi. “Hayır, ilk defa yapacağım!” dedim. “Peki, birazdan tüm Türkiye sizi izleyecek heyecanlanmıyor musunuz?” diye sorunca heyecanlanmadığımı söyledim. “Ben yılların habercisiyim her yayında hep heyecanlanırım. Sen neden heyecanlanmıyorsun?” sorusunu yöneltti. Ben de “Çünkü benden istenilenleri yapabileceğimi biliyorum. Benden Portekizce-Türkçe çeviri istemedin mi? Tamam bende de bu yetenek var! Futbolu da biliyorum ve hocanın söylediklerini Türkçe’ye çevireceğim” diye cevapladım. Nihayet o an geldi, canlı yayın beklediğimiz gibi güzel geçti. Yayın bittikten sonra Can’a dedim ki “Acaba heyecanlanmalı mıydım?” Kısacası benim o gün o yayında heyecanlanmamam, bana sonrasında o önemli anları çok basit bir şekilde geçirdiğimi gösterdi. Keşke heyecanlansaymışım!

Yakın zamanda yeni dizi ya da projeleriniz var mı?

Senaryo yazıyorum. Şu anda elimde hazır olan 3 senaryo ve burada kendime de yazılmış bir rolüm var. Bunları yapım şirketleriyle paylaşıyorum. Bunlardan birisi de çok sevdiğim bir arkadaşımın kızının babasının yazmış olduğu eseri Hüdaverdi dizisi var. Günümüze yazıp uyarlayacağız inşallah… Onun çalışması içindeyiz ama yapım aşamasına gelmedik. Hüdaverdi yazılıyor. Ana fikriyle hazır ama yapımcı konusunda henüz bir anlaşmaya varamadık. Zaten bunların uygulanması demek beni de oyuncu olarak rol almam demektir. Yazmanın da bana oyunculuk kadar çok büyük bir keyif verdiğini görünce yazmayı da ihmal etmiyorum.

Belki okurlarımız sizin de dediğiniz gibi bizi sürpriz projelerde bir arada izleyebilirler. Neden olmasın değil mi?

Evet, izleyebilirler (gülüyor), bu arada rol tekliflerine de açığız…

Yaşamınız boyunca edindiğiniz tecrübelerinize bakacak olursanız, yeteneklerinize yönelik keşiflerinizin çıkış noktası ne oldu?

İlk defa böyle bir soru soruldu ve kendime de ilk olarak cevaplıyorum… Yabancı dilin hayatımda böyle büyük yer alması babamın “Ne kadar çok dil bilirsen o kadar çok insanla konuşursun” demesiyle ve teşvik etmesiyle başladı. Öğrenmeye başladıkça da bundan büyük bir zevk alıp “Niye daha fazlasını yapmayayım” düşüncesiyle kendimi daha çok geliştirdim. Yeni diller öğrendim. Müziği annem teşvik etti. Piyano dersleri aldırdı. Piyano çaldıkça eğlendim. Sonra çok sevdiğim parçaları kendim söylemeyi denerken koro şefi olan bir arkadaşımdan teklif gelince koroda söylemeye başladım. Solistliğini yapacağım şarkılar da olacak. Yazmaya gelince bir zamanlar çok içime kapanıktım. Çok utangaçtım, mahcuptum… Fikirlerimi ve düşüncelerimi ifade edemiyordum. Yazarken istediğimi rahatça söyleyebileceğimi keşfettim! Yazmak bana konuşma hakkı verdi! Üstelik konuşmaktan daha keyifliydi çünkü kimse senin sözünü kesmiyordu… Canım çok konuşmak istediğinde alırım kağıt kalemi geçerim yazmaya başlarım. İçimde birikenleri yazdığımda artık kimse onu benden artık alamaz, yani o yazılanlar benim oluyor… Ona sıkı sıkı sarılırım! Belki de sözlerimle kavga ettiğim ve kırdığım insanlarla kendimi yazıyla barıştırmışımdır. Çünkü yazıda daha iyi kendimi ifade edebildim. Konuşurken bir yerde insan yetersiz kalabilir. Son olarak gelelim oyunculuk serüvenime… Kendi kendime yetmeyip değişik yeni karakterler yaratma ve yaşama ihtiyacı doğdu. Yani oyunculuğa başlamadan önce başka karakterleri gözümde canlandırmaya başladım. Biraz da empati yapsam hiç fena olmayacaktı! Büyük bir sürprizle kendimi bir rolün içinde gördüğümde ve sonra kendimle muhakeme yaptığımda başka bir karakter olabilmek bana değişik bir dünyaya adım atma, değişik bir dünyayı tanıma renkliliği ve heyecanı katıyor. Bunu da yaşayınca oyunculuğun tadına doyulmayacağını düşünüyorum. Bana gelen karakterleri ne abartarak ne de küçülterek değil de nasıl hakkını vererek oynayabilirim düşüncesiyle hareket ettim. İstenen rollere hep çok yakın olmaya çalıştım… Bir hakim rolünde oynarken o anda gerçekten hakim olduğumu düşündüm. Role girmeye de olaya hakim olmaktan başladım zaten… Bunun için bir kursa gitme şansım olmadığı için tamamen kendimi yetiştirdim. Bu konuda oyuncular da katkı sundular. Setlerde anlatılanlar ve konuşulanlardan da çok faydalandım. Çok fazla dizi ve film seyrettim. Başarılı olmasa da ben mutlaka başarılı bir tarafını buluyordum. Ama ben gerçek hayatta insanları izleyerek değişik karakterlere adım attım. Keşke imkanım olsa da teker teker kaç karakter varsa yaş olarak uymasa da hepsini bir denemek isterim üzerimde! Rolden çıkamamak gibi bir sorunum yok. Kendimi role kaptırmıyorum açıkçası… Çünkü eğer çok fazla kendimi bir role kaptırırsam gerçek Mustafa yok olur! Bir role hakkını veririm ama bunun için de gerçek Mustafa’nın yaşaması gerekiyor. Bir hafta rolde kalamam ama o rolün hakkını veririm. Sık sık pratik edilerek hazır hale getirdiğim role “3-2-1 motor” denildiğinde girmiş olurum.

Sarıyer deyince aklınıza neler gelir? Okurlarımıza bir mesajınız var mı?

Sarıyer, İstanbul’da benim için harikulade bir yerdir. Birçok yerde olduğu gibi Sarıyer’de de yürüyüş anılarım vardır. Çocukluğumdan beri ailecek hep Sarıyer Muhallebicisi’ne gelirdik. Sarıyer’de balık ve midye yemeye gideriz. Sarıyer serüvenim anne babamla başlayıp şimdilerde de eşim ve çocuklarımla süren 65 yıllık bir süreçtir. Kilyos’a giderken bir Sarıyer geçişi vardır. Sarıyer asla pas geçilmez. Sarıyer sevilerek ve tadı çıkarılarak geçilir… Araçla değilsem yürüyüşümü her fırsatta yaparım… Şu anda da Ada’da olmadığım zamanlarda haftada bir kere Sarıyer’e yürüyüş ve güzel bir çay içmek için giderim. Sarıyer’in manzarasının güzelliğinde çok güzel anılarım olmuştur. Sarıyer’deki sanat etkinliklerine de davet edilmiştim. Yine edilirsem gelebilirim. Bir zamanlar Sarıyer’in maçlarına da giderdim. Hatta Sarıyer’e transferle bir futbolcu da getirmiştim. Bütün okurlara bol bol okumalarını ve içlerinden geldiği gibi yaşamalarını tavsiye ediyorum. Eğer bu röportajımızda anlattıklarımdan da bir parça feyz alabilirlerse kendilerini çok mutlu hissedeceklerini söyleyebilirim. Benim bütün bu anlattıklarım sonucunda “ben mutluyum” diyebileceğim bir tablo çıkıyor ortaya… İnşallah herkes yaşamında mutlu olabileceklerini böyle toplayabilir. Şunu da unutmadan söyleyeyim. Ben hobim için de zevklerim içim de mücadele verdim. Elbette bunlar zamanla paraya dönüşünce çok da anlamlı oldu. Hep mücadele verdim. Hobim için de zevkim keyfim için de mücadele verdim… tabi bunlar sonuçta çalışmaya paraya dönüşünce çok da anlamlı oldu. Bu arada kaybettiğim işimin de çok büyük iflasım oldu en büyük tesellisini bu hobilerim verdi. Geçmişte işimde yaşadığım iflasımın da en büyük tesellisi ve hayata sarılma sebebim hobilerim oldu. Hatta ben ilk oyunculuk deneyimimi de işimde iflas ettiğim gün aldım! Bizim fabrikada çekildi ve bu benim için çıkış noktası oldu. Ben kendimi doktor ve ilaç yerine bol bol hobilerimle terapi ettim. Bence bu keyifli röportaj bitmez!…

Röportaj – Fotoğraf: Rukiye Ay

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Uygulamayı Yükle

Uygulamamızı yükleyerek içeriklerimize daha hızlı ve kolay erişim sağlayabilirsiniz.