Ediz Hun: “Bir lokma ekmekle mutlu olan insanımdır”

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Ediz Hun… Türk sinemasının romantik, duygusal, yakışıklı ve beyefendi isimlerinden… Yıllardır her filminde 7’den 70’ye hepimizin çok severek izlediği, rollerinin hakkını tam anlamıyla veren dev bir sanatçı. Emek verdiği Türk sinemasına “Romantik Jön” olarak adını altın harflerle yazdıran ve kalbimizde kocaman bir yer edinen Ediz Hun’la Büyükada’da çok keyifli bir röportaj gerçekleştirdik. Büyükada Splendid Palace Hotel’de Sarıyer Gazetesi’nin sorularını yanıtlayan Ediz Hun, çok samimi ve önemli açıklamalarda bulundu.

Anılarıyla renklenen röportajımızda uzun uzun Türk sinemasını konuştuğumuz ünlü sinema oyuncusu Ediz Hun; “Halk bizi ortaya çıkardı. Bizim velinimetimiz halktır. Halk bizi sevdi ve bağrına bastı. Onun için bizim halka karşı büyük sorumluluğumuz var. Bütün hayatımızı ona göre tanzim etmemiz gerekiyor. Bir lokma ekmekle mutlu olan insanım” dedi.

Kendinizi sıklıkla ifade ettiğiniz bir kelime var mıdır?

Merhametli ve duygusal bir insanımdır. Bütün canlılara karşı merhamet ederim ve şefkatle yaklaşırım. Duygusalımdır, çok hoş bir müzik dinlediğim zaman gözlerim dolabilir. Tabiata aşık bir insanımdır. Tabiatı yaratan o kudretin büyüklüğüne de inancım sonsuzdur. Hayatımda kendi kapasitem çerçevesinde hangi işe koyulduysam onu en iyi şekilde yapmaya çalıştım. İşimi iyi yapmayı severim. Bir lokma ekmekle mutlu olan insanımdır.

Başarılı bir sinema sanatçısı olarak yaşamınızda geriye dönüp bakınca hedefleyip de gerçekleştiremediğiniz ve “keşke” dediğiniz anlar oldu mu?

Kendi sanat yaşamımla ilgili yanıtlarsam “hayır”, çünkü hedeflediğim her şeyi başardım. Ama Türkiye’de yaşıyoruz ve dünyaya da sinemamızı aktaramamış olduğumuz için bazen “keşke” dediğim oluyor. Türkiye’de yürüttüğümüz sanatsal faaliyetleri mesela bir Venedik Uluslar arası Film Festivali ya da Berlin Uluslar arası Film Festivali gibi dünyaya yeterince duyuramıyoruz. Osmanlı Devleti’nden bu yana Namık Kemal, Mithat Paşa, Ziya Paşa gibi hayatları otobiyografik bir film olarak hiç işlenmeyen çok büyük çalışmalar yapmış isimler var. Eğer böyle otobiyografik filmler çekilseydi herhangi birisini canlandırmak isterdim. Ama bunun dışında zaten ben macera, aşk ve santimental komedi filmlerinde çok rol aldım. Bu konuda hiç keşke demedim. Tevfik Fikret, Yakup Kadri Karaosmanoğlu gibi hayatları çok ilginç değerli yazarlarımız da var. Okullarda çocuklar onları sadece birkaç cümleyle okuyup öğreniyorlar ama esasında çok kıymetli insanlardır. Adnan Saygun, Cemal Reşit Rey gibi kıymetli isimlerin de hayatları film olarak işlenebilmeli. Avrupa’da otobiyografik filmler çok önemlidir ve sinemada çok yer verilir. Türkiye’de de otobiyografik filmler çekilseydi onlardan birkaçında oynamak isterdim. Ama Türkiye’de bu insanları yarınlarda da hatırlanabilir kılacak filmler maalesef yapılmadı. Mesela Tevfik Fikret’in yaşadığı ve müze olarak hizmet veren evi Aşiyan Müzesi’ne kaç kişi gidiyor? Ama bu isimlerin hayatı film olsa milyonlarca kişi izlemez mi?

“İLK KEZ TİYATRO SAHNESİNDE YER ALACAĞIM”

Şu sıralar neler yapıyorsunuz?

Şimdilerde sinema çok az çekilmekte ve çalışılmakta. Diziler var 3-4 günde çekilip bitmesi gerekiyor! Çok yoğun bir çalışma. Teklifler geldikçe değerlendiriyorum. Profesyonel bir aktör gelen film tekliflerini değerlendirir ve beğenirsem çalışırım. Sanatçıda üçüncü göz vardır. O üçüncü göz seyirci gözüdür. Yani bir aktör çalışacağı filmi uygun görmesini o göz sağlar. Sanatçı bir senaryoyu okurken seyirci gözüyle nasıl olacağını zihninde canlandırır. Dolayısıyla eğer gerçekten seyircinin ilgisini çekecek bir konuysa onu kabul eder ve çalışır. Şimdilerde Agatha Christie’nin ölümsüz eseri “On Küçük Zenci” Türkiye prömiyerinde yer alıyorum. Yıllarını sinemaya vermiş bir isim olarak ilk kez tiyatro sahnesinde olacağım. Sahnede “Ediz Hun” olunca beklenti yüksek olacaktır. Ben de bunun için çok büyük bir titizlikle çalışıyorum. Genç isimlerin arasında ilk kez tiyatro yapacak olmaktan dolayı da oldukça heyecanlıyım…

Peki, gerçek hayattaki “Ediz Hun” ile sinema filmlerindeki “Ediz Hun” arasında sizce fark var mı?

Hayır, hiç fark yok! Ben filmlerimde ne isem gerçekte de oyum. Açık sözlü bir insanımdır. Duygularımı en iyi şekilde ifade ederim. Karşımdakine saygı gösteririm ama tabi bu karşılıklı olursa. Karşımdaki insan saygı göstermezse ilgimi keserim.

“AŞK ÇOK GÜZEL İFADE EDİLİRDİ”

Sizin döneminizdeki sinema filmleri günümüzde de televizyonda hala ilgiyle izleniyor. Sizce bunu ne sağlıyor?

O dönemlerde çok titiz çalışmalar vardı. Kimseyi ve hiçbir grubu da eleştiriyor değilim ama bugün bir dizinin-filmin çekimleri maalesef 4 günde tamamlanıyor, yani her şey alelacele çekiliyor. Bizim dönemimizde ise bir film 25 günde çekiliyordu. 25 günden sonra ise dublaj için seslendirme stüdyolarına gidiliyor ve montaj yapılıyordu. Kısacası bir filmin 1 aydan önce vizyona girmesi mümkün olamıyordu. Onun için teknoloji yeterli olmamasına rağmen kaliteli oluyordu. Gece 12’ye kadar çalıştığımız zaman ertesi gün çalışmaya öğlen başlıyorduk. Eğer gece 3-4’e kadar çalışırsak da ertesi gün izinli oluyorduk. Sinema görüntü sanatıdır. Çekimlerde görüntünüzün fit olması gerekir. Uzun saatler çalıştırılmaktan yorgun ve gözleri uykusuz bir insandan randıman alamazsınız.

Sizce o filmlerde aşk nasıl ifade ediliyordu?

Bir diğer önemli konu da tabi o filmlerde aşırılıklar yoktu. Aşk çok güzel ifade edilirdi. Yalnız “seni seviyorum”, “hayatımın eşsiz güzelisin” ya da “kıymetlisisin” gibi laflarla sevgi olmaz. Sevgi beden dilini de kullanarak olur. Kızın elinden tutacaksın, kırda koşacaksın, oturacaksın bir yerde çay gelecek, ellerini avucunun içine alacaksın, başını göğsüne yaslayıp saçlarını okşayacaksın… Tüm bunlarla sevgiyi vereceksin ve o duyguyu yaşatacaksın. Sevgi sadece bakmakla olmaz! Aşırılığa da kaçmayacaksın. Alnından öpeceksin, saçını öpeceksin… Seyirci bunları izlemek istiyor. Bunların çok önemli ince nüansları var. O zaman seyirci izlediği o iki kişinin içine giriyor. Türk sinemasındaki o filmler çok dikkatli çalışıldı. Dublajı dikkatli yapılırdı. Dramatik bir filmde dramatik, neşeli bir sahnede daha neşeli müzikler titizlikle seçilirdi. Sinemada müzik direktörlüğü çok önemli bir iştir. Yönetmenin repertuarı çok geniş olmalıdır. Yani bu sahneye bu müzikler gider diyecek kapasitesi olması gerekir. Kulağınızı kapatın ve filmi izleyin hiç etkilenmezsiniz. Ama Türkiye’de bu ihmal ediliyor. Müzikler çok önemlidir. O zaman seyirci etkileniyor ve filme çok daha ilgiyle bağlanmış oluyor.

“TÜRK SİNEMASI ÇOK BÜYÜK BİR PRODÜKSİYONDU”

Sinema hayatınıza kaç film sığdırdınız? O yıllara dönüp baktığınızda Türk sinemasına dair neler söylersiniz?

13 yılda 130 film çektim. Filmlerim Erman Film, Acar Film ve Kemal Film gibi hep en iyi firmalarla oldu. O yıllarda Türk sineması çok önemli bir prodüksiyona sahipti. Türk sinemasında benden önce gelenler ve benimle devam eden bir dönem var. Erkek güzeli seçilen Orhan Günşıray’ın Neriman Köksal ile rol aldığı “Fosforlu Cevriye” müthiş bir filmdi. Arka arkaya çekildi ve izdihamla izlendi. Ondan sonra Türk sinemasına Ayhan Işık geldi. Çok iyi ve yakışıklı bir aktördü. Göksel Arsoy geldi. Sonra Türkan Şoray geldi. Fatma Girik ve o arada Filiz Akın girdi. Sinemaya kadın seyirci daha fazla gelmeye başladı. 1963’te sinemaya artist seçen iki mecmua vardı: Ses Mecmuası ve Artist Mecmuası. Cüneyt Arkın Artist Mecmuası’nda kazandı. Ben de 1963 yılında Ses Mecmuası’nda kazanarak kapak yıldızı olarak çıktım. 1965’te Kartal Tibet girdi. Mecmualar artist ve aktrisleri seçmeye devam ediyordu. 1970’lerin başında Tarık Akan ve Aytaç Arman seçildi. Prodüksiyon çok büyüktü ama tabi her dönemde olduğu gibi o zaman da kalitesiz filmler çekilmiyor değildi.

Peki, Türk sinemasında duraklama dönemi sizce ne zaman yaşandı?

70’li yılların ikinci yarısına girdiğimiz zaman sinema biraz yozlaştırılmaya başladı. Aşırı açık saçık filmler çevriliyordu. Banal sahnelerden rahatsız olan kadın seyirci sinemadan kaçmaya başladı. Birdenbire böyle bir evreye girilince de filmcilik geriye gitmeye başladı. O dönemin ortalarında daha sosyal içerikli filmleriyle Yılmaz Güney çıktı ve çok ilgi çekti. Anadolu insanının sorunlarını işleyen filmlerdi ve önemliydi. Bazı stüdyolar genişti ve iki film birden çekilirken dinlenme aralarında karşılaşınca bana “Babam nasılsın” derdi. Yılmaz Güney çok iyi bir adamdı.

Şimdilerde beğendiğiniz sanatçılar ve yönetmenler var mı?

Evet, Yeşilçam devri bitti ve o insanların çoğu da hayata veda etti. Ama sinemada yeni bir dönem başladı. Şimdiki sanatçıları ben çok beğeniyorum. Gerçekten çok iyi sanatkarlar var. Bu iltifat olsun diye söylediğim politik bir cümle değildir. Çok başarılılar, ezberleme kabiliyetleri yüksek ve hepsi eğitimli. Günümüzde en iyi yönetmenlerden birisi Çağan Irmak diye düşünüyorum. Düzgün filmler yapıyor. Yetenekli yönetmenler mutlaka güzel şeyler yapmalılar. Bu yeni dönemde de yetenekleriyle sivrilen insanlar oldu. Hepsini tanımıyorum ama gerçekten yetenekli isimler var. Kıvanç Tatlıtuğ ve Kenan İmirzalıoğlu başarıyla bir şeyler yapıyorlar. Yeşilçam döneminden yaşayanlar da yaprak dökümü gibi tek tük kaldı. “Gideceğim cenazeler inşallah olmaz” diye dua ediyorum. Çok üzücü oluyor. 5-10 sene sonra da kimse kalmaz. Ben hep şöyle düşünürüm; insan iyiyken “Allahaısmarladık” deyip gitmeli bence! “Allah uzun ömür versin” değil de “Allah sağlıklı ömür versin” demek daha doğru olur. Uzun ömür değil sağlıklı ömür istiyorum. O kadar yaşamaya gerek yok.

“HALKIN SAYESİNDE BUGÜNLERE GELDİK”

Televizyonda eski filmlerinize rastladığınızda neler hissediyorsunuz?

Hepsini tabi ki izleyemiyorum. Genellikle eşim Berna izler ve ekranda ben çıkınca da hemen seslenir: “Gel gel, koş bak senin filmin çıktı…” O sırada ben de elimdeki işi bırakıp; “Aaa, öyle mi! Nasıl, iyi gidiyor mu beğeniyor musun?” diyorum. “İyi iyi” diyor. Her zaman seyredemiyorum. Ben yoğun ve hareketli bir insanımdır. Evde oturup da nabzını sayacak ve tansiyonunu ölçecek tiplerden değilim. Zaten gittiği kadar gidiyor, sağlımda şimdilik bir şey yok! İstediğinizi yiyebiliyor musunuz, başınızı yastığa koyduğunuzda rahat uyuyabiliyor musunuz ve kalktığınız zaman mutlu musunuz? O zaman siz en zengin insansınız. Zenginlik budur… Tabi ki para kazanmak lazım ama sadece hayatını yaşayabilecek kadar… Fazla paraya ihtiyaç yok, sadece yaşayacağınız kadar ve bilhassa yaşlılıkta rahat edebileceğiniz bir parayı şimdiden temin etmeniz önemlidir. Halk bizi ortaya çıkardı. Bizim velinimetimiz halktır. Halkın sayesinde bugünlere geldik. Halk bizi sevdi ve bağrına bastı. Onun için bizim seyirci dediğimiz halka karşı büyük sorumluluğumuz var. Bütün hayatımızı ona göre tanzim etmemiz gerekiyor.

Yeşilçam filmleri görsel anlamda İstanbul’un geçmişine tanıklık ediyor. Sarıyer’de çekilen filmleriniz var mı?

Elbette, Sarıyer tarafında çekilen çok fazla filmim var. Yeşil alanları çok bol olan bir yerdir. Sarıyer’de hatırladığım yerler arasında bentler, Belgrad Ormanları, Kilyos ve Rumeli Feneri var. Sarıyer’de Türkan Şoray’la rol aldığım Ateşli Çingene’yi çektik. Filmin setinde çadırlardaydık ve gezgin bir Roman grubunu canlandırıyorduk…

Peki, sizi en çok etkileyen ve iz bırakan filminiz hangisiydi?

Hepsi benim emek verdiğim ve üstüne titrediğim roller ve filmlerdi. Dolayısıyla aralarında bir ayrım yapamıyorum. Ama mesela rahmetli Orhan Aksoy’la çektiğimiz “Acımak” dizisi var. 7 bölümlük bir diziydi. Güllü film serisi, Ankara Ekspresi, Ayrılsak da Beraberiz, Sonbahar Rüzgarları, Sinekli Bakkal, Ateşli Çingene ve daha sayamadığım çok sayıda film…

“GÜNÜMÜZDE SENARYO KİFAYETSİZLİĞİ VAR”

Filmlerinizde genellikle zengin, yakışıklı ve kültürlü karakterler canlandırdınız. Böyle rollerde oynamak yaşamınızı nasıl etkiledi?

Yapmacık değildi, ben her zaman aynı Ediz’dim yani neysem o… Mesela şimdi burası da bir set olabilir ve biraz sonra da filme devam edebiliriz! Havaya hiç girmem ve kendimi hiç kasmam.

Geçmiş filmlerle bugünün filmleri kıyaslayacak olursanız?

Günümüzde üniversitelerde tiyatro ve sinema bölümleri var. Hepsinde de iyi eğitimler veriliyor. Ama günümüzde senaryo kifayetsizliği var. Senarist ne yapsın! Bir haftada koca bir filmin senaryosunu yazmak zorunda… Gece gündüz uykusuz otursa ancak yazabilir. O da haklı yani. Avrupa ve Amerika’da filmlerle diziler bölüm bölüm çalışılıp senaryonun tamamı çekiliyor. Ondan sonra da nerelerde kesilmesi gerekiyorsa kesiliyor ve montajı yapılıyor. Bizde ise senaryoda 4 bölüm yazılmış okuyorsunuz ama sonra ne olacak bilmiyorsunuz. İlk 3-4 bölüm tutarsa devamı yazılıyor. Bu durumda hiçbir şeyin garantisi de olmuyor. Belirsizlik iyi bir şey değildir. Yalnız kamera önü değil arkası birçok insan da işsiz kalıyor. İlla reytingi yüksek olacak ve öbürünü geçecek. Hep bir yarış içindeyiz. Bizim zamanımızda böyle değildi senaryo verilirdi. Senaryoda her şey başından sonuna kadar belliydi. Arabamıza koyardık kıyafetlerimizi sete götürürdük. Yönetmene gösterirdik. Kendi kostümlerimizdi. Belli bir düzen vardı. Ne çekeceğimizi bilirdik. Sahneler yapılırdı yakın ve uzak plan rahat rahat çalışırdık. Ara verilirdi, çay kahve içer sohbet ederdik. Şimdi ise set işçileri sabah beşe kadar çalışıp yedide tekrar gidiyorlar! Bundan randıman alınır mı? Böyle bir çalışma düzen ve temposu maden ocaklarında bile yok! Bu kadar ağır olamaz. Bir sanatçının randıman verebilmesi için iç huzura sahip olması gerekiyor.

Sanatçı kişiliğini koruyan bir insansınız. Sizin için zor oldu mu?

Hiç zor olmadı. Çünkü doğal bir insanım. Beni seven de vardır, sevmeyen de… Beğenen de vardır beğenmeyen de. Hepsinin başımın üstünde yeri var.

Filmlerinizde en çok kiminle yakıştırılıyorsunuz?

En çok film Türkan Şoray’la çektik. Bir o kadar film de Hülya Koçyiğit’le var. Sanırım herkes Filiz Akın diye düşünüyordur.

“SARIYER TABİAT GÜZELLİĞİ OLAN BİR YER”

Eski filmler artık İstanbul’un hatta Türkiye’nin geçmişini gösteren bir arşiv niteliğinde diyebiliriz. Bu filmler ve oyuncuları için sizce neler yapılmalı?

Elbette, filmlerin hepsi aynı zamanda değerli birer arşivdir. Hükümetlerin yerine getirmesi gereken görevleri vardır. Biz sanatçılar Türk insanının mutlu olması için çalışıyoruz. Yeşilçam’dan geriye kalan belki 30 kişi ya var ya yok. Katıldığım cenazelerde de görüyorum ki aralarında çok zor durumda olanlar var. Hükümet onlara 2+1 daire verse mutlu yaşarlar. Bu insanların oynadığı filmleri milyonlar izledi ve hala izliyor. Dolayısıyla bu insanlar tanınmışlar. Hep söylerim bir Ayhan Işık Vakfı kuralım. Avrupa’da bu gibi konularda insanlar çok hassaslar. Ama bizler birlik olamıyoruz. İnsan belli bir yaşa gelince artık sağlıklı yaşamak ve kimseye muhtaç olmamayı düşünüyor. Biz bu yaştan sonra para kazanma hırsında da değiliz. Biz mücadele ettik bir şeyler yaptık ama bunları yapamayanlar zor durumdalar. Devletin bir şey yapması gerekiyor. Yaprak dökümü gibi dökülüyoruz. 10 sene sonra belki ben de yokum. Siz de belki diyeceksiniz ki “Ediz Hun ile röportaj yapmıştık. Büyükada’ya gitmiştik”… Kalacak olan hoş bir sedadır başka bir şey değil…

Sarıyer denilince aklınıza neler geliyor?

Sarıyer denilince çok büyük, yeşillikler içinde Boğaz’ın en müstesna yerinde kurulmuş bir ilçe geliyor aklıma. Orada çok arkadaşlarım da var. Büyükdere’si, Tarabya’sı ve İstinye’si ile çok önemli bir ilçedir. İstanbul’un Kadıköy, Bakırköy ve Beşiktaş semtleriyle Sarıyer ilk dördün arasında bir ilçedir. Sarıyer tabiat güzelliği olan bir yer. Rumelikavağı’na arada bir gidiyorum Sarıyer’i çok iyi bilirim çünkü orada çekilmiş çok filmimiz var. Büyükdere sahilinde yer alan Beyaz Park Plajı’nda ünlü bir tramplen vardı. Gençlik yıllarımızda hep oraya giderdik. Tramplenin en üstüne çıkar 6-7 metrelik yükseklikten denize çivileme atlardık. Tüm Sarıyerlilere de sevgilerimi saygılarımı sunarım.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Uygulamayı Yükle

Uygulamamızı yükleyerek içeriklerimize daha hızlı ve kolay erişim sağlayabilirsiniz.