Hüznün, İsyanın, Özgürlüğün Haykırışı: Blues!

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Amerika’da köleleştirilen Afrikalı siyahilerin haykırışı olarak ortaya çıkan “blues” günümüzde farklı biçimlerde saza ve söze yansıyor… “Blues müzikte İstanbul olarak, Avrupa’nın pek çok şehrinden daha şanslıyız” diyen Tarık Değirmenci ile blues yolculuğunu konuştuk…

Röportaj: Aysel Kılıç                                                                               

Blues müziğini bilmiyordum, dinlememiştim, ta ki Tarık Değirmenci ile yollarımız Adalar’da kesişene kadar. İstanbul’da blues müziğini icra eden sanatçılardan biri Tarık Değirmenci. 2007 yılında kurduğu  Better Blues Band ile blues yolculuğuna profesyonel anlamda başlamış  ve 2014 Ocak ayında çıkardığı Türkçe sözlü “Serbest Piyasa” albümü ile solo kariyerine geçiş yapmış.

Değirmenci, uzun zamandır hem gitar çalıyor, hem söylüyor. Kimi zaman sahneyi meslektaşlarıyla paylaşan Sanatçı, hayranlarına karşı da oldukça cömert; sahnede her zaman izleyici bulmak mümkün.

Tarık Değirmenci aynı zamanda avukat. Hayatını avukatlık mesleğiyle sürdüren Değirmenci her ne kadar müzikte de profesyonel olsa da müzik üretimini avukatlık mesleğinden arta kalan zamanlarda değerlendirmek zorunda kalıyor. Hayatın bunaltıcı rutinliği, iş günü koşturmacısının ardından nefes aldığı bir alan olarak görüyor müziği.

İSTANBUL’DAN ANADOLU’YA…

İstanbul’dan Anadolu’ya uzanan Değirmenci ve ekibi “canlı müzik” gecelerini konserlere taşımayı hedeflediklerini söylüyor:

“Uzun zamandır Beyoğlu, Kadıköy ve Kartal’da blues & caz mekanlarında sahne alıyoruz.  Bir defasında da Burgazada’da açık havada Adalılarla, İstanbullularla bir araya gelmiştik. 2023 yılında Eskişehirlilerle buluşmaya başladık. Gerçekten Kadıköy’ü aratmayan kaliteli mekanlar ve enerjik bir dinleyici kitlesi var.  İzleyicilerimizle, dinleyicilerimizle mutluyuz; ama bu mutluluğu daha çok blues severle paylaşmak istiyoruz. Hedefimiz büyük halk kitleleriyle buluşmak. Ama ne yazık ki müzik piyasası da diğer alanlarda olduğu gibi popüler isimlere öncelik veriyor. Bu anlayışın değişeceği konusunda umutluyum, umutluyuz. Sesimizi duyurabilsek hayatında hiç blues dinlememiş olan bir müzik sever de bizi dinleyecek, belki bu müziğe bizim gibi gönlünü kaptıracak…”

Tarık Değirmenci ile Eskişehir’de Replik isimli mekândaki sahne performansının öncesinde konuştuk.

ÖZGÜRLÜK, AŞK, YOKSULLUK…

Bluse nedir? Nasıl ifade edersiniz?

Benim için blues müzik; aşkı, özlemi, hasreti, hayatın zorluğunu ya da hayatın zorluğuyla baş edememeyi anlatan bir yöntem, bir biçimdir. Bu konular diğer müzik türlerinde de var ama blues bu hisleri başka türlü sunuyor. Özellikle hüznü çok iyi ifade ediyor. Beni kendine çeken, kendime yakın görmemi sağlayan da saflığı, daha içten oluşudur.

Blues bugün itibariyle bir yaşam biçiminden ziyade tabii ki bir müzik formu; yani bu duyguları belli bir müzik kalıbı içerisinde sunma işi. Armoni anlamında da bir formülü var ve bir formül üzerinden gidiyor. Doğası gereği daha basit, bir klasik müzik parçasından nispeten daha basit. Bu basitliği de zaten birebir halktan ve yöreden geliyor oluşundandır. Bu insanlar, bu müziği yaşadığı köylerde tarlalarda öğrenip icra eden insanlar. Doğası gereği performanslarda özgürlük, aşk, parasızlık, yoksun kalma gibi temalar işlenir.

MOTİVASYON VE DAYANMA GÜCÜ

Afrikalı kölelerin müziği olarak mı ortaya çıktı?

Tabii ki herkesin az çok bilebildiği şekliyle blues müziği Amerika kıtasının kendi bünyesinde oluşmuş, çıkmış bir müzik türü değil. Kuzey Amerika’ya yerleşen İngiliz kolonileri tarlalarda çalıştırmak üzere Afrika’dan yerel halkı zorla getiriyorlar ve köleleştiriyorlar.

Bu insanlar başka topraklara kendi dilleri, kendi kültürüyle geliyorlar ve dilini kültürünü bir şekilde bulundukları yere yansıtıyorlar. Bir de bunların izole olduğunu hesaba katarsanız bu kültür, Afrika’da var olan bu kültür, uzun yıllar Amerika’da da tırnak içerisinde söylüyorum “köleler” arasında devam ediyor. İlk yıllarda bunun etkisi çok fazla. Pamuk tarlalarında çalışırken bu müzik motivasyon ve dayanma gücü anlamında büyük önem arz ediyor. Bir ustanın bir cümlesiyle başlayıp ikinci cümlesini tarlada bulunan diğer çalışanların tamamladığı bir koroyu düşünün. Ya da bir kölenin haykırdığı bir mısra ile çekici salladıktan sonra diğerlerinin buna bir cevap olarak verdiği bir haykırışı düşünün. Ki bu işin alfabesi bu şekilde yazılıyor zaten, blues da ister vokal olsun isterse gitarda bir cümle yazmak olsun “soru – cevap” şeklinde ilerler.  O dönemdeki retoriğin yansıması bugün de blues müzikte var. Blues müziğinin kodları bu şekilde belirlenmiştir.

Ama blues müziğin sadece Afrika’dan Amerika’ya zorla getirilen işçilerin oluşturduğu müzikten ibaret olduğu söylemek de eksik olur. Çünkü müzik de yaşayan, şekillenen bir şey. Bizim şu anda dinlediğimiz müzik çok o döneme ait müzik değil. 1900’lerin başındaki blues diye adlandırılan müzikte mesela gitar pek yok; keman var, banjo var. Vokal de daha değişik bir ses ve vokal yapısı farklı; yani bizim kulağımıza çok aşina olmayan, bugünkü blues müziği dinleyicisine dahi garip gelecek bir yapı var o zaman. Tabii ki zamanla bu müzik de evrildi.

En önemli evrim gitar alanında oldu. Banjo alması kolay ucuz bir alet olmasına rağmen hava şartlarından daha kolay etkilenen çabuk bozulan bir aletti, keman ise pahalı ve fakir insanların erişemeyeceği bir enstrüman. İşte gitar hem daha sağlam yapısı, hem de daha ucuz ve erişebilir oluşundan dolayı aralarından sıyrıldı ve kullanımda tercih edilir hale geldi.

TARLALARDAN GETTOLARA…

Şu anki bluesun aslında gerçek temelinin o dönemden ziyade 1940’lar 50’ler ve hatta 60’lar olduğunu düşünüyorum. Çünkü şehirleşme ile beraber tarlalarda çalışanlar şehre göç etmeye başladılar. Ama şehre göçle beraber siyahilerin izole yaşamları devam etti, ettirildi… Yine bu insanlar gettolarda yaşadı. Bu yoksun ve yoksul bırakmışlık, bu insanları sosyal anlamda bir yerde kilitli tutma durumu blues müziğini de etkilemeye devam etti.

Artık 40’lara 50’lere geldiğimizde tarlada çapa yapanlardan falan bahsetmiyor, başka bir şeyden yakınıyor, şehirdeki zorluklardan, şehirdeki yalıtılmış hayattan ve şehirdeki geçim sıkıntısından bahsetmeye başlıyor ve müzikal anlamda da biraz da elektrik bulunuyor. Müzik başta gitar olmak üzere elektrik düzeneğine dönüyor. Çünkü dediğim gibi 1900’lerin başında bir keman veyahut da bir gitar bir banjo tarlada boş bir odada kendini çok rahat duyurabiliyordu ama şehre geldiğin vakit volümü açman, mekanlarda daha yüksek sesli müziği çalman gerekiyor.

O zaman işte gitarlara elektrik bağlantısı işte amfiler bunlar devreye giriyor. Bu müziğin Afrika kökenli oluşu tabii ki yadsınamaz ama sadece Afrika kökenli oluşuna da artık bağlanamayacağını düşünmüyorum.

Lakin blues katiyen Batı müziği de değil. Armonisi Çin ve Uzakdoğu armonisine yakın. Vivaldi, Tchaikovsky olmadığı açık zaten. Belki de 60’lı yılların başında İngiliz gençlerinin hayranlık ve şaşkınlıkla bu müziği dinlemeleri ve ilgilerini çekme nedeni de budur.

Peki, Amerikalılar Afrika müziğine ‘sıcak’ bakmışlar mı?

Amerikalılar Afrikalılara sıcak bakmadıkları gibi onların kültürüne onların müziğine de sıcak bakmıyorlar. Keza, o dönemin Amerikalıları Afrika’dan gelen bu insanlara köle olarak davranıyor, bu insanlara insan gözüyle de bakmıyorlar, alınıp satılabilen bir mal olarak görüyorlar. 1900’lerin başında böyle 1800’lerde öyle! 1940’larda, özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yavaş yavaş beyazların bu müziğe gönlü kayıyor.

Aslına bakarsanız Elvis Presley örneği önemli. Tabii ailesi çok fakir,  gettolarda yaşamak durumunda. Haliyle fakir mahallelere, siyahilerin mahallelerine yakın yerlerde büyüyor. Çocukken siyahilerin müzik yaptığı mekanlara aşina ve oraya gitmekten keyif alıyor. Ergenliğine geldiği dönemde de eline gitar alıp bu müziği zevk duyarak icra ediyor, çalıyor, söylüyor.

1950’lere gelindiği zaman siyahi figürlerin de popüler hale geldiğini görüyoruz. Örneğin, Chuck Berry konserlerinde beyaz erkekler, beyaz genç kızlar da var. Onlar da hayranlık duyuyor ve bu müziği büyük bir keyifle dinliyorlar.

Yalnız 60’lara gelindiği vakit Amerika’da blues müziği sönüyor, popülaritesini,  sesini yitiriyor. Başka müzikler daha ağır basıyor; bu da zamanın ruhuyla alakalı bir şey. Çünkü artık bizim bildiğimiz anlamlarda tarlalar yok, köleler yok; şehir hayatı var, bu şehir hayatına daha uyum sağlayabilen soul müzik ve tabii ki Jazz… Amerika kıtasında Kuzey Amerika’da daha popüler hale geliyor. Neyse ki bu duruma İngilizler yetişiyor. “İngiliz İstilası” dediğimiz bir dönem var. Burada İngiliz gençleri bir şekilde blues sanatçılarıyla ve blues müziğiyle tanışıyor. Blues plakları alıyorlar dinliyorlar, onları taklit ediyorlar, gitar çalışları, gitar riffleri onlara benzemeye çalışıyorlar. İşte 60’larla beraber Rolling Stones, Led Zeppelin  ve nicesi blues müziğini Avrupa kıtasına taşıyor. Avrupa kıtasının bu müziğe olan heyecanını merakı tabii ki Amerikalıları da cezbediyor ve Amerika’da bir dönem popüler olan Muddy Waters, John Lee Hooker gibi isimler özellikle İngiltere’ye, Fransa ve Almanya’ya dahi gidiyor, burada konserler veriyor.

Bu haliyle Avrupa ile başlayan blues müziğin yayılma macerası dünyaya da yayılıyor. Bence blues müziğinin bugüne ulaşmasındaki en büyük pay Amerikalılardan ziyade Avrupalıların, özellikle İngilizlerin blues müziğine hayranlıkları ve bunu devam ettirmek, bir sonraki seviyeye taşımaları istemelerindendir. Bu yayılma, yani Amerika’da başlayıp Avrupa’da bu müziğin devamı bluesun çeşitliliğini de artırdı. Ulaştığı şehirlerdeki kültürle ve müzikle harmanlanır ve var olan blues türleri keskinleşti.

Nedir o türler?

Tabi yine kitabi bilgiler sıralamak istemiyorum. Ama kabaca bence etkisi kuvvetli ve bugün hala güçlü olan birkaç türden bahsetmek gerek. Bunlardan bazıları  Mississippi Delta Blues, Memphis Blues, Texas Blues’tir. Özellikle 1930’lu yılları iyi anlamak gerek.  Yarı gerçek yarı mit Robert Johnson’dan mutlaka bahsedilmeli. Bu kişi aynı zamanda uğursuz yaş 27 efsanesinin çıkışı ve birçok şeytan (devil) hikayesinin başlangıcıdır.

Chicago türü 1940’ların sonlarına doğru ve 1950’lerin başlarında Delta Blues’u da çeşitlendirerek onu genişletip, tek vokal&gitar konseptinden çıkartarak küçük grup (band) halini alarak gelişmiştir. Davul, bas gitar, piyano, üflemeli (armonika ve çoğu kez saxsafon) günümüz standart blues gruplarını oluşmuştur.

Bu türün isimlerinden 1950’lilerin sonları ve 1960’ların başlarında B. B. King ve T-Bone Walker gibi isimler zikredilebilir. Tabi ki, blues’un babası olarak Muddy Waters kabul edilir.

1970’li yıllara gelindiğinde ise  Blues, Soul &Funk müzik ile harmanlanmıştır. 1980’ler ise tabi blues-rock diye bir kavram çıkarmıştır. Günümüzün blues müziğini inanın ben de anlamlandıramıyorum (gülüyor).

Tarık Değirmenci – Gitar & Vokal, Vefa Karatay – Bas Gitar, Dinçer Tuğmaner – Armonika, Sedat Özbek – Davul

TÜRKİYE ÇOK ŞANSLI

Türkiye, Bluse ile nasıl tanışmış?

Türkiye’de blues müziğinin başlangıcı veya hatta nasıl doğduğu hakkında çeşitli fikirler olsa da; aslında blues 80’lerin sonu, 90’ların başı itibariyle başladı ülkemizde. Gerçek anlamda bluesun daha doğrusu dünya standartlarındaki bluesdan söz edilebilmesi 90’ların başıyla olmuştur.

İstanbul Blues Kumpanyası, Moe Joe grubu. İki grubunun çıkartmış olduğu albümler de var 90’lı yıllarda. Bence bunlar gerçek anlamda Türkiye’deki bluesun başlangıcıdır.

Ve tabii ki Yavuz Çetin! Hem yaşadığı dönemde hem de öldükten sonra bluesu gerçekten Türk insanına sevdirmiş bir isimdir. Sevdirmekten öte, bir tekniğe sahipti; kendine özgü bir çalım stili olan bir gitarist ve hala insanlar onun çalım şeklini taklit ediyor ve bu taklitle de haklı olarak övünüyorlar.

Günümüze geldiğimizde blues grupları çok sayıda var. Hatta bir Blues Festivali olsa 2-3 gün sürecek kadar gruba, blues sanatçısına sahibiz.

Benim ilk aklıma gelenler basgitarda Vefa Karatay. O gerçekten bir efsane, yürüyen bir tarih. Yukarıda bahsettiğim oluşumların hepsinde var olan, 90’ların başından beri bu blues camiasında yer alan bir isim.  Ne mutlu ki; aktif olarak hala düzenli olarak pek çok band içinde çalıyor. Büyük bir enerji, büyük bir özgüven, büyük bir aşk gerçekten.

Hayranı olduğum bir başka müzik insanı ise Batu Mutlugil. Batu Baba’nın en çok sevdiğim yanı tüm şarkılarını ve hatta cover şarkıları dahi kendine özgü bir yorumla çalıyor, söylüyor olması. Bu çok hoşuma gidiyor, hatta çoğu zaman çaldığı şarkıların formatlarını orijinal versiyonlarından daha çok seviyorum, ondan dinlemek daha keyifli geliyor.

James Önder de benim için çok değerli bir isim. Fakat kendi ismiyle değil daha çok Steady Fingers gibi oluşumla albümlerini kaydediyor. Davulda blues-rock türünde bence 1 numaralı isim Soner Doğanca’dır. Gitarist olarak çoğu kez sahnede onu izlerken buluyorum kendimi. Armonikada ise Tuğrul Aray elbette. Türkiye’de blues müziğinin doğuşuna şahitlik eden tüm oluşumlar ve albümlerde emeği olan bir insan. Bugünlerde sahnesini kaçırmamaya çalıştığım birkaç isim de var. Kardeşten öte arkadaşım Dinçer Tuğmanmer ile birlikte çalmaktan gurur duymuşumdur hep.  Pek çok band ile sahne almasının yanı sıra albümü de şu günlerde spotify platformunda yayında.

Artık eskisi gibi değil, pek çok sanatçı var;  yetenekli, enstrümanına hakim pek çok genç var. Türkiye bu yönden çok şanslı, özellikle İstanbul herhangi bir Avrupa şehrinden daha zengin açıkçası. Şimdi anlıyorum ki gerçekten Avrupa’nın pek çok şehrine göre blues namına daha güzel yerler, daha yetenekli insanlar var, gelen herkes de bunu teyit ediyor.

Sizin müzikle ve özellikle bluse ile tanışmanız nasıl oldu?

Aslına bakarsanız ilk gençlik yıllarımda blues müziğini bilmiyordum, tanımıyordum. O dönem daha popüler olan gruplarla başladık. Benim bahsettiğim tarih ortaokul ve lise yılları; yani 90’lı yılların ortası. Gitara dair ilk hatıram “Bryan Adams Everything i Do” isimli şarkı ve onun klibi olmuştu mesela. O klipte gitarı çalan adamın solo atarken kendinden geçmesi etkilemişti beni ve o dönemlerde gitara böyle heveslendim.

Ondan sonra tabii ki çevrede arkadaş grubunda ne geçiyorsa doğal olarak ondan etkileniyorsun, benim etrafımda da Guns’ N Roses grubunun hayranları çoktu. Özellikle gitarist Slash’in benim gönlümde ayrı bir yeri vardır. Zaman zaman Use Your İllision albümünü açar şarkıları dinlerim keyifle.

Üniversite yıllarında ciddi anlamda gitar çalmaya başladık ve okul arkadaşlarımızla gruplar kurduk. Ama o vakitler biraz daha klasik rock diye tabir edebileceğimiz deep Purple, Black Sabbath, Led Zeppelin, Jimi Hendrix coverları çalıyorduk. İşte özellikle Led Zepplin ve Jimi hendrix ile yavaş yavaş blues örnekleri ile tanışmam başlamış oldu.

Keza askerden dönüş zamanı olan 2005 ve devamında ise SRV, BB King gibi isimleri daha çok dinler oldum. işte ilk ciddi müzik grubum Better Blues Band o yıllarda kuruldu. O vakitten sonra blues türünde çalıp söylemeye kesin olarak karar verdim. Yaklaşık 20 yıldır gitarımla 1-4-5 çalıp söylüyorum.

GİTARLA İLK TANIŞMASI…

Aileniz müzik ile bu yakınlaşmanızı destekledi mi?

Tabii ki hayır! Hiç bir zaman destek olmadılar. Şöyle bir anımı var hatta; Kırtasiyeden bozma bir dükkanda bir akustik gitar gördüm, ilk gitarımdır.

Çok heves ettim ve gizli gizli harçlıklarımı biriktirerek o portakal sandığından bozma gitarı aldım. Aldıktan sonra iki üç hafta yatağımın altında sakladım bizimkiler görmesin diye ama maalesef  yakalandık. Annemin ilk tepkisi şöyle oldu: “Bu çocuk okumayacak!”

Ailede herhangi bir müzisyenin olması kıvanç duyulacak bir şey değildi. Onun için biraz sıkıntı çektiğimi söyleyebilirim. Şimdiki çocuklara çok imreniyorum. Babaları elinden tutup konsere götürüyor, kurslara yazdırıyor. Bizim ailede müzisyen olmak pek matah bir şey olarak görülmez idi.

CEHENNEM ODASI…

Bir yandan müzikle uğraşıyorsunuz diğer yandan avukatlık yapıyorsunuz. Hatta yayımlanmış kitaplarınız da  var. Bu yaratıcılığın kaynağı nedir? Blues gibi hüzün ve acı mı yoksa?

‘Her eserin içinde tabi bir parça hüzün var’ Bir yazara ait bu benzetme insanın yaratıcı doğasını iyi anlatıyor.

Şöyle ki; gemileri yürüten kazan dairesidir, motorların çalıştığı yer gürültülüdür, kötü kokan zor yerlerdir, bir nevi cehennemdir. Orada beş dakika bile zor durursunuz. Ama o gemiyi yürüten işte geminin tam ortasında “kalbinde atan” o cehennem, o motor odasıdır.

İnsan da ilerlerken kalbindeki o cehennemden güç alıyor olabilir. Yol kat edebilmek için belki de o cehennem odasına ihtiyacımız var.

Avukatlığa gelince;  nihayetinde yirmi yıldır bir fiil İstanbul’da avukatlık mesleğini sürdürmüş durumdayım ve hala devam ediyorum. Adalar Belediyesi bünyesinde işimi yaptığım, geçimimi sağladığım, paramı kazandığım, hayatımı idame ettirdiğim bir alan avukatlık.

Ama açıkça söylemek gerekirse kendimi ifade edebildiğim kendimi rahat hissedebildim ve mutlu  hissettiğim yer tabii ki müziğin olduğu, gitarın olduğu, bluesun olduğu alan.

Bir de tabii ki yazma kısmı var. Bugüne kadar basılmış dört  kitabım var; şiir, günce  ve bir çocuk kitabı.
Hayatımın belli bir döneminde düşüncelerimi duygularımı yazıyla daha iyi ifade edebildiğimi hissettim ve bu hissiyatla yazdım. Ama şu anki hissiyatım müziğe tekrar kaymış durumda ve müzikle kendimi ifade etmek istiyorum.

ALBÜMÜ VE ÇALIŞMALARI

“Serbest Piyasa” albümünüzden ve yeni çalışmalarınızdan bahseder misiniz?

2006 ya da 2007 yılları olması lazım, kendi bestelerimi içeren ufak demolar hazırladım ve  bunlar beş altı  sene sonra çıkacak olan serbest piyasa albümüne yer alacak parçaların ilk halleriydi. Olgunlaşıp belli bir seviyeye geldiğini düşündüğüm zaman ise neden bir albüm yapmayayım diye düşündüm.

Albüm için aslında  grupça bir şeyler yapmayı planlıyordum ama  işler ciddiye binince  kimse buna yanaşmadı. Çünkü benim yayınlayacağım blues, Yavuz Çetin’den sonra Türkçe sözlere sahip ikinci blues albümü olacaktı ve kimse cesaret etmedi. Ama pes etmedim. Maddi ve manevi olarak tek başıma bu albümü tamamladım.

Türkiye’de sadece iyi bir şey yapmak yetmiyor bunun  tanıtımı  için de maddi gücün, çevren olması lazım.

2011 yılına geldiğimizde albümün kayıtları her şey bitmişti fakat  yayınlatacak hiçbir firma bulamadım. Bir bekleme süresine girdim ve 2014 Ocak ayında bir firma, benim bir miktar para ödemem karşılığında  albümü yayınlayabildi. Bu piyasada iyi insanlar, iyi müzisyenler tarafından da albümünün tam not aldığını, iyi şeyler söylendiğine şahit oldum ve bu benim için yeterlidir.

Bugüne gelince; çalışmalara, üretmeye devam ediyoruz. Yeni bir kaç kayıt var, bazı metal parçalarını blues formatında yeniden yorumluyoruz, onları yayınlayacağız.

Müzik icra etmek benim için hep çok keyifli oldu, şimdi de keyifle çalışıyorum. Koşullar ne olursa olsun hiçbir zaman ideallerimizden, keyif aldığımız şeylerden vazgeçmeyelim, diyorum. Özellikle günümüz Türkiye’sinde sanatı yaşatmak için elimizden geleni yapalım, gelecek güzel günlere inanalım, umudumuzu yitirmeyelim.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

3 Yorum

  1. 15 Ekim 2023, 10:44

    Cok güzel ve bilgilendirici bir röportaj olmuş

  2. 14 Ekim 2023, 11:48

    Tebrikler Tarık Bey ve bu bilgileri aktaran Aysel Kılıç!

  3. 13 Ekim 2023, 15:58

    Blues tarihi günlük bir konuşma tadında sıkıcılıktan uzak şekilde aktarılmış. Tebrikler Tarık Bey ve Rukiye Hanım. Kıymetli bir paylaşım.

    Cevapla
Uygulamayı Yükle

Uygulamamızı yükleyerek içeriklerimize daha hızlı ve kolay erişim sağlayabilirsiniz.